Geçen yazıda ele aldığımız komplo teorileri ve saflık izahlarından bir gömlek daha ilerde iki tez, "eğitimsizlik" ve "zihniyet meselesi"dir. Önce toplumun eğitilmesi gerektiği, kalkınmanın bunun ardından geleceği tezi tarihî gerçeklerle uyuşmamaktadır ve rahmetli Mümtaz Turhan'ın "Garplılaşmanın Neresindeyiz?" eserinden sonra bir daha ağza alınmaması gerekir. Turhan ve başka yazarlar[1], kalkınmanın eğitimin itmesiyle değil, tersine, eğitimin, kalkınmanın çekmesiyle gerçekleştiğini açık şekilde göstermiştir. Mesela 15- 16. asırlarda Çin, dünyanın en eğitimli nüfuslarından birine sahipti. Fakat bu eğitim, insanları bir şeyler üretmeye değil, devlet bürokrasisinde istihdam edilebilmeleri için geçmeleri gereken sınava hazırlamaya yönelikti. Bizim ÖSS sınavı, daha da doğrusu KPSS gibi bir şey. Bu eğitim, Çin toplumuna Avrupa ile baş edecek bir ekonomik, siyasî ve askerî güç sağlamamıştır.
"Zihniyet meselesi" izahı ise daha çok, şu anlama gelir: "Benim zihniyetimde olsalar, hemen kalkınırdık. Bu halk böyle işte, ne yaparsın..." Aydınımızın tipik üstünlük ve bu üstünlüğe rağmen aslında bu şartlarda elinden bir şey gelmediğinin ilanıdır bu sözler. Dolayısıyla bir sorumsuzluk, suçsuzluk ve beraat talebidir.
Geri kalmak şüphesiz bir zihniyet meselesidir; fakat en az o kadar da bu zihniyeti yaratan ortam meselesi; son analizde bir kültür meselesi... Zihniyet özrüne başvuran, önce mevcut zihniyeti tarif ve tenkit etmeli, sonra bunun yerine önerdiği yeni zihniyetin niteliklerini ve nihayet bu yeni zihniyetin hâkimiyeti için şartların nasıl değiştirilmesi gerektiğini de söylemelidir.
Soru Doğru mu?
Kısa bir ufuk turu, aslında "Türkler ve Müslümanlar niçin geri kaldı?" sorusunun kendisinde bir hata bulunduğunu gösteriyor. 18.- 20. asırlara baktığınızda görülen manzara şudur: Batı ilerdedir. Diğerleri geridir... Yalnız Türkler ve Müslümanlar değil; Batı dışında her yer geridir. Büyük klasik medeniyet beşikleri, Hindistan geridir, Çin geridir, hattâ Japonya ve Rusya nispeten geridir. Batı bu gerilikler üzerine sömürge imparatorlukları kurmuştur. Biraz daha hallice Rusya, Türkistan'da, Japonya, Çin ve Kore'de imparatorluk kurmakla meşguldür.
O halde bizim ve dünyanın geri kalanının pek de geri gitmediğini, dengesizliğin, Batı'nın ileri gitmesinde yattığını görürüz. Bizim eksiğimiz, onlar ilerlerken yerimizde saymamızdır. Daha önce de belirttiğim gibi, "geri gittik", bir göz aldanmasıdır. Duran trendekilerin, yanda hareket halindeki trene bakıp kendilerinin geri gittiğini sanması gibi. "Duraklama devri"miz, Batı'nın kalkışa geçip, bize yaklaştığı dönemdir. "Gerileme devri"miz ise Batı kalkınmasının artık temposunu yükselttiği dönem. Fakat ara açıldıkça, mağlupların sırtına binen yükler onların toplumlarının içten çürüyüp, sonunda gerçekten gerilemesine yol açtı.
Şu halde doğru soru, "Batı nasıl zenginleşti?"dir. Sorgulanacak zaman da bu zenginleşmenin başladığı 15. ve 16. asırlardır. Türklerin dünyanın birinci, ikinci ve üçüncü en güçlü devletlerine sahip oldukları devir. Bu asırlarda Doğu- Batı dengesi Doğu lehinedir. O zamanlarda yaşıyor olsaydık, sorumuz, "Doğu niçin güçlüdür?" olurdu.
Batı Niçin Geriydi?
Bu soruyu şimdi soralım: 15., 16. asırlarda, Batı niçin geridir?
Yılmaz Öztuna, 14.- 16. asırlarda birleşik Avrupa güçlerine karşı Osmanlı'nın savaşlarında, birden fazla savaş için benzer gözlemleri aktarır. Misal olarak bir tanesine, gerçek bir Haçlı- Osmanlı savaşı olan Niğbolu'ya bakalım: Haçlı ordusu Macar, Fransız, İngiliz, Alman, Polonya, Venedik, Kastilya, Aragon, Rodos, Papalık, Eflâk, Töton Şövalyeleri, Norveç, İskoçya, bazı İtalyan şehir devletleridir. Macar Kralı Sigismund'un komutası altında toplam 130 000 kişi... Türk Ordusu 70 000 civarındadır.
Modern strateji teorisi, harplerde ordular kadar tarafların felsefe ve kültürlerinin de çarpıştığını söyler. Siyasî yapıyı da "felsefe ve kültür"ün içinde düşünmeliyiz. Şimdi şu klişeye başvurabiliriz: Bizimkilerin iman gücü, onlarınkinden üstündü. Gözlemler "iman güçleri" arasında devasa bir farklılığa işaret etmiyor: "Fransızlar ve diğer Haçlı kuvvetleri, Avrupa'nın seçkin ve tecrübeli muharipleri idiler, cesurdular... Fransız büyük sancağı, askeri teşvik için, Fransız deniz kuvvetleri kumandanı Amiral Jean de Vienne tarafından tutuluyordu. Sancak altı defa yere düştü ve Amiral tarafından altı defa yerinden kaldırıldı. Türkler ancak Amiral'in ölüsünün elinden sancağı ganimet olarak aldılar. Onun yanında Prens Philip de
Öztuna Türk zaferinin temel sebebini şöyle anlatmaktadır: "... Türk ordusunda başkumandan, en uzak cenahların en küçük birliklerine kadar hâkimdi; her hangi bir emri dakika öldürülmeden ve körü körüne yerine getiriliyordu. Haçlı başkumandanı olan Sigismund, bu tarzda değil bütün orduya, kendi Macar tümenlerine bile hâkim değildi. Her Haçlı birliği, diğerlerinden habersiz, kendi başına savaşıp kahramanlık göstermeye çalışıyordu."
Haçlılar 25 Eylül 1396 günü 100 000 ölü ve 10 000 esir vererek muharebe meydanını terk ederler.
Başkomutanın, en uzak cenahlara kadar elinin parmakları gibi hâkim olduğu, en küçük emrinin dakika öldürülmeden körü körüne yerine getirildiği bir ordu. Bu ordu gibi davranan, bu kültüre ve dokuya sâhip bir toplum. Buna karşılık her birliği kendi hesabına kahramanlık yapmaya çalışan bir kaos. Merkezî imparatorluk yapısıyla feodal karmaşa arasındaki fark, sadece savaşta değil, barışta da doğuyu üstün kılmıştır. Kanun hâkimiyeti, halkın hak ve hukuku, genel sağlık gibi hemen bütün alanlarda Batı geridedir.
Bu geriliktendir ki Osmanlı; Niğbolu, Varna, Kosova ve Mohaçları, Prevezeleri, İkinci Viyana Kuşatmasına kadar hemen bütün büyük ve kritik savaşları kazanmıştır[3]. Niğbolu'dan bir asır, hattâ iki asır sonra da Avrupa'nın durumu çok farklı değildir. 1500 yılında Avrupa'da 500 adet bağımsız güç merkezi vardır.[4] Feodalite'nin siyasî yapısıdır bu. 1600 yılında "Bir tek batı ülkesinin bile daimî ordusu yoktur. Avrupa'daki tek daimî ordu Türklerinkidir"[5]
Batı bu yüzden geri kaldı. Merkezi otorite yokluğundan, kanun hâkimiyetinin ve devletin zayıflığından. Doğu güçlü devlet sistemiyle ve o devletin güçlü ekonomisi ile toplayıp aynı disiplinle yönettiği ordularıyla üstündü.
Batı niçin geri kaldı sorusunun cevabı budur. Kısaca, feodalitedir.
Batı Nasıl Zenginleşti?
Batıyı izleyen yüzyıllarda ileri götüren de bu feodalitenin bir yan ürünüdür.
Bu "fetret", bu keşmekeş, birçoklarına göre Avrupa'nın yükselişinin çekirdeğini içinde taşımaktaydı. Bu yıllar Rönesans'ın, Reform'un, matbaanın, Kolomb'un, Magellan'ın yıllarıdır. Avrupa bu saydığımız yeniliklere dayanarak atağa kalktı. Rosenberg ve Birdzell[6] daha sonra da Diamond'a[7] göre (bundan sonra kısaca "RBD" diyeceğim) bu atılımların her biri ancak bu derece siyasî dağınıklığa sahip, bu derece başıboş bir kıtada gerçekleşebilirdi.
Onlar karşısında Türkleri "yenilmez Türk" yapan un-ufaklık, merkezi otorite altında gerçekleşmesi pek güç birçok yeniliğin Avrupa'da denenmesinin önünü açtı. Sonuç başarılıysa, hemen başkaları da uyguladı. Başarısızlar tarihe gömüldü. Bir bakıma "en iyinin hayatta kalması- ıstıfa vetiresi" işledi.
Doğunun büyük imparatorluklarında ise, bir şeyin yapılıp yapılmamasına fertler karar veremiyordu. "Yap!", "yapma!" kararı merkezden çıkıyordu ve çoğunlukla "yapma!" yönündeydi. Kaldı ki, yeni bir şeylerin denenmesi, deneyene bir avantaj sağlamazdı.
Matbaa
RBD, matbaa ve okyanus aşırı keşif girişimlerini, Çin'deki benzerleriyle karşılaştırır.
Yazının keşfi, matbaanın keşfi, nihayet çağdaş medya ve en sonunda İnternet'in insanlığın tarih çağlarındaki atılımlarının kilit noktaları olduğunu daha önce belirtmiştim.
Gutenberg'in matbaasının ekonomik, hatta siyasî üstünlük sağladığı görülünce icat saman alevi gibi yayıldı. Gutenberg'in buluşu 1436 tarihini taşır[8]. Hâlbuki Çin'de matbaa 9. asırdan beri kullanılmaktaydı. Fakat orada baskı tekniği, hiç bir zaman Avrupa'daki gibi bilginin ve değişimin yayılmasında bir araç olamadı. Hanedanlar değişse de Çin'de bürokrasi bir sınav sistemi ile belirleniyordu. Sınav Çin'in klasik Konfüçyüs bilgileri üzerine kurulmuştu. Bu bilgilerin "doğru" yorumu da devletçe belirlenirdi. Matbaa bu bilgiler dışında bir şeylerin yayılma potansiyeli demekti. Veya bu bilgilerin farklı şekilde yorumlanması. Bu "tehlike" asırlar boyu engellendi ve matbaa hiç bir zaman Batı'daki gibi yeniliklerin yayılma aracı olmadı.
Avrupa'da da matbaayı yasaklayan veya devlet tekeline almak isteyen egemenlikler olmuştu. Ama 500 güç merkezi varken birkaçının yasağı hiç önemli değildir. "Protestan ülkelerde matbaa kontrol altında değildi. Protestan Kiliseleri böyle bir kontrolü arzu etmedikleri için değil; fakat hiç biri Katolik Kilisesi'nin İtalya, İspanya ve Portekiz'deki tekeline sahip değildi. İspanyol matbaacılar Engizisyon'dan kaçıp İspanyol Hollandası'na göçtüler. Matbaacı ve basılı eser enflasyonu başladı. Hollandalı matbaacılar akıllarına gelen her şeyi bastılar: Müzik, pornografi, iskambil kağıdı, ne nasıl yapılır kitapları, her konuda başlangıç bilgileri... Hollanda ve onun ardından İngiltere basın-yoğun kültürler haline geldi ve böylelikle okur-yazar bir zanaatçı sınıfı doğdu. İlk kapitalistler okuma yazma ve modern muhasebe kayıtları tutmayı öğrenmiş zanaatkârların çocuklarıydı.[9]"
Çin'de ise yasaklar ve kontroller, koskoca bir devlet ve coğrafya için geçerlidir ve işi bitirir. Kaçacak yer yoktur.
Dünyanın Keşfi
Kolomb'un Doğu Hindistan'a gitme "girişimi" matbaadan da ilginçtir. "Girişim" Kolomb'un kullandığı tabirdir. Tam da "iş teşebbüsü" anlamında. Cenovalı Kolomb, önce kendi memleketi Cenova Hükümeti'nden, sonra Medina Celi Dükü'nden, Medina Sidonia[10] Dükü'nden, Fransa ve İngiltere krallarından, Portekiz'den "risk sermayesi" istemiştir. Cenova o sırada Türklerin baskısı altındadır ve ortaklığa katılamaz. Fakat başka İtalyan ortaklar sermaye koyarlar. O sırada Kastilya Kralı İkinci Filip ile Aragon Kraliçesi İzabella, evlenerek bugünkü İspanya'yı kurmaya doğru ilk adımı atmışlardır. Endülüs Emevîleri'nin son şehri Granada’yı kuşatmaktadırlar. Granada düşerken, biraz da zaferin moraliyle olmalı, İzabella, Kolomb'un "girişim"ine yatırım yapmaya karar verir. Daha önce katılan ortaklarla birlikte teşebbüs "fizibl" hâle gelir. Yatırımın yarısını İtalyan ortaklar karşılamaktadır. Keşfedilecek yeni ülkelerin gelirinin yüzde onu ilelebet Kolomb'un olacaktır. O ülkeler üstünden yapılacak işlere sekizde bir ortak olma opsiyonu vardır. Buna karşılık, ilk yolculuk masraflarının sekizde birini de Kolomb karşılayacaktır. Anlaşma Kordoba sarayında yapılmıştır.
Granada'da Müslümanlar başarılı olsa veya bir başka sebeple İzabella Kolomb'u reddetse ne olacaktı? Kolomb destek arayışına devam edecek ve "Doğu Hindi"ye[11] ilk çıkan gemiler başka bir bayrak taşıyacaklardı; o kadar... Gerekli sermayenin yarısını toplamıştı zaten.
Şimdi şu soruyu sorayım: Doğu Hindi'ye batıya giderek ulaşma projesi ile Kristof Kolomb'un ilişkisi nedir? Cevap şüphesiz, "Kolomb projenin sahibidir" olacaktır. Büyük ortak olmasa da onun teşebbüsüdür, onun yönetimindedir. Gerekli sermaye en kolay devletlerden elde edileceği için ve sonunda "fetih" söz konusu olduğundan devletçiklerden destek aramaktadır; fakat temelde "girişim" Kolomb'undur.
NİÇİN GERİ KALDINIZ? II
Kasım 2007 - Yıl 96 - Sayı 243