Fikir adamları bir taraftan toplumu değiştirme ve yönlendirme arzusu ile hareket ederlerken ve bunu da belirli derecelerde gerçekleştirirken, kendileri de toplumun yapısı ve günün şartlarınca belirlenmektedirler. Gökalp’i de bu etkileşim çerçevesinde düşünmek ve ele almak gerekmektedir. Gökalp’i zirvede tutan, dönemin fikir akımlarını ve nazariyelerini iyi bilmesine rağmen onları taklit etmeyerek ve ülkenin gerçeklerini ideolojik kalıpların içerisine hapsetmeyerek, gerçekleri ideolojilerin kalıplarına feda etmeyip, mevcuttan hareketle döneme ve geleceğe hitap eden, kendine ve ülkeye has fikirler geliştirebilmiş olmasıdır. Ancak Gökalp’in bir taraftan tarihe ilişkin fikirlerinin, Osmanlı ve bilhassa Tanzimat üzerine yapılan araştırmalarla geçersiz kılınması, diğer taraftan kültür nazariyesinin pratik amaçlarla donatılmış esaslarının, tarihî tecrübelerle yanlışlanmış olması, merkezî noktaya tehdit, pratik endişe veya mücadelenin değil, hakikatin konması gerektiğini göstermektedir. Bu, zamana uyan değil, zamanı belirleyen bir toplum olmanın şartıdır. Zaman güçlü toplumların ellerinde şekillenirken, tabi toplumlar zamanın çelikten kalıplarına sığabilmek için eğilip-bükülmekte, neticede de başarısız olmaktadır.
Türkçülük, dönemin milliyetçilik akımlarından etkilenmiş olmakla birlikte, esasında zamana uyan değil, evvela direnen sonra da meydan okuyan bir hareket olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Ziya Gökalp’in “esaslarını” da esaslı kılan budur. Günümüzde Gökalp’in fikirlerinin kısmen bize doğru gelmemesi, onu ve fikirlerini önemsiz kılmaz. Tam tersine onun öğrettikleri ile günümüz gerçekleri arasındaki mesafeyi ve millet olarak o günden bu güne katetmiş olduğumuz yolu gösterir.
“Türkçülüğün Esasları”, gerek döneminde, gerekse sonrasında ileri sürülen siyasî ve fikrî akımlara hem bir cevap hem de meydan okumadır. Bugün bize lazım olan köklerimize atıfla ve hakikatlerimizi beyan ile, kadim ülkümüzü yeni meydan okumalarla dile getirip, geleceği şimdiden kurmaktır.
ESASLI BİR HAREKET: TÜRKÇÜLÜK
Taner Akçam’a göre “Türk ulusçuluğu veya daha genel bir ifadeyle Türk ulusal kimliği tarih sahnesine çok geç çıkmıştır. Türk ulusal kimliğinin ne olduğu veya ne olması gerektiği üzerine ciddi ciddi düşünülmeye başlanması ancak 20. yüzyıl başlarıdır. Bu gecikmenin doğal bir sonucu “arayı kapatma” telaşıdır ki bu diğer ulusal gruplara karşı açık bir saldırganlık biçimini almıştır”.[1] Akçam’ın bu ifadelerine rağmen bir kere Türk kimliğinin tarih sahnesine çok geç çıktığını söylemek doğru bir yaklaşım değildir. Kimliğin yaşanan boyutu ile ifade boyutu elbette ki farklıdır. Kimliğin yaşanan boyutu, en azından üç bin yıllık Türk devletleri ile yaşıttır. Devlet-i Aliyye’de kimliğin siyasî arenada yer alması ise bir gecikme değil, ertelemeye dayalı, iradî bir kararlılık sürecinin sonucudur. Devletin sahibi olmalarından dolayı Türkler, Devlet içerisinde yer alan farklı millet ve dinden olan unsurların devlete bağlılıklarının devamını sağlamak için, yaşadıkları kimliği siyasî arenaya dâhil etmeme gayreti sergilemiştir. Nihayet gerek Osmanlılık gerekse İslâmî daire içerisinde arzu edilen birlik sağlanamayınca, üstelik de gayri Türk unsurlar doğrudan devletin karşısına dikilince, ertelenmiş olan Türkçülük, kendisini ifade etme zorunluluğunu duyarak, hissiyatını ve fikrini yoğun olarak ifade etmiştir. Zira bu dönemde Türkler “…yapayalnız kaldıklarını fark ettiler. Tutunacak bir manevî destek aradıkları vakit bizzat kendilerinin varlığından başka bir kuvvetin kalmadığını anladılar.”[2] Akçam’ın bahsettiği saldırganlık, arayı kapatma telaşından değil, yalnız kaldıktan sonraki zorunlu bir mukabele olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla söz konusu olan saldırganlık değil savunmadır. Ortaya çıkan hareket, yapılan saldırılara cevap verme zaruretinden kaynaklanan, tehdidi bertaraf etme aciliyetidir. Bu aciliyete ve savunma konumuna rağmen, köklü bir mânâ derinliğine sahip olması, hareketi esaslı kılmış ve fikrî esaslarla donatmak mümkün olmuştur.
Bazıları içeriden –ulusalcılar- bazıları ise dışarıdan –milliyetçi karşıtları- milliyetçiliği emperyalizmle mücadele ya da yabancı düşmanlığı üzerine inşa etmektedirler. Milliyetçilik doğuşu itibariyle sadece emperyalizm veya sömürgecilikle mücadeleye bağlı olarak ortaya çıkmış değildir. Milliyetçi hareketlerin bir kısmında bu süreç yaşanmış ise de önemli bir kısmı –en azından sömürgeci devletler- bunun dışındadır. Türk milleti ise hem sömürgeci hem de sömürge olmamakla ayrı bir özellik arz eder. Diğer taraftan milliyetçilik, sadece ya da mutlaka emperyalizm ve sömürgecilikle mücadele temelinde yaşayan bir fikir ve duygu değildir. Milliyetçilik kendisi olarak yaşamanın, kendisini geliştirmenin ve hayatı mânâlı kılmanın bir yoludur. Yine Türk milliyetçiliğinde olduğu gibi yabancı düşmanlığını dışlayan, böylelikle başka milletlere saygı duyan, kendisine de saygı duyulmasını bekleyen bir şeref teşekkülü ve tezahürüdür. Nihayet milliyetçilik, koruma ve korunma duygusundan ibaret değildir. Aynı zamanda atılım için gerekli olan ruhu, şevki, özgüveni ve fikri sunar.
Geçmişin şanlı devirleri, geleceği inşa etmede şevklendirici bir güç olarak işlev ifa ederken, aynı zamanda hedeflerin de büyük olmasını sağlamıştır. Türk devletinin Osmanlı yönetimi sona ererken, “Düvel-i muazzama” karşısında elde edilen galibiyetle, yok edilmek üzere olduğu düşünülen Türk milletinin bütün dünyayı dize getirmiş olması ise ayrıca düşünülmesi gerekmektedir. Zira sömürge olmadan sömürge zihniyeti ile bir taraftan mahkûm zihniyetinin belirlediği acziyet duygusuyla boyun eğenler, diğer taraftan yine acziyet duygularını bastırarak, her şeyin müsebbibi olarak gördükleri, memleketi değil ama zihinlerini ele geçirmiş “canavarları” gürültüyle kaçırmaya çalışanlar, köksüzlüğün ve ülküsüzlüğün ifadesi olarak aynı arenada birbirleri ile mücadele etmektedirler. Türklük davamızda her iki hastalıklı ruh halinden sıyrılarak, geçmişten alınacak ilhamla, geleceği Türklüğün ilkeleri ile belirlemek amacı taşımaktayız.
TÜRKLÜĞÜN İLKELERİ
“Türeli” manasını esas alarak “Türk”ü, Türklüğün müşterek hafızasına ve ülküsüne sahip, bunlara binaen, mensubiyet şuurunda olan bireyler olarak tanımlayabiliriz. Bir mensubiyet şuuru olan Türklükte şuur arttıkça milliyet gelişir, o geliştikçe hezeyanlar fırtınası diner. Türkçülük ise müşterek hafızayı gelenek ve şuura, ülküyü ise hakikate dönüştürme hareketidir. O halde Türklük şuur, Türkçülük Türklüğe hizmet etmek demektir. Türklük ülkü sahibi olmayı, Türk milliyetçiliği ise ülküyü hakikate dönüştürme gayretini ifade etmektedir. Türkçülük, Ziya Gökalp’tan bu yana esasları ile uzun soluklu bir mücadele vermiş, bu mücadele Türklük şuur ve fikriyatını, yıkılıp giden ideolojilere rağmen hakikatli kılmıştır. Kökleri derinlerde olan “Esaslar”la atılan temelin üzerine, semaya yükselen bir yapı inşa edilmiştir. Bugün yapılması gereken söz konusu esaslı yapının, gelenekten alınan ve geleceğe taşınacak olan ilkelerle donanımlı kılınmasıdır. Türklüğün ilkelerini belirlerken temele yerleştirilecek hareket noktaları ve bunun üzerine yerleştirilecek ilkeler şunlar olmalıdır:
I-Toplumun faydası dikkate alınmakla birlikte, toplumun yapısını düşünülen faydaya feda etmemek, başka devletlerde yaşayan Türklerin menfaatlerinin farklı olacağını bilmek, bu sebeple de hukukî değil sosyolojik esaslardan hareket etmek gerekir. Devletler, tanımlamayı hukuk esaslı yapabilirler. Ama hissiyat tanımlama değil “tanıma” üzerinedir. Dolayısıyla toplumun faydasını hedefleyen siyasî-hukukî tanımlama ile toplumun yapısını esas alan sosyolojik tanımlamalar birbiri ile örtüşmeyebilir. Bunları birbirleri ile bütünleştirmek bilim adamlarının değil siyasetçilerin işidir.
II- Batıda icat veya inşa edilmiş kavramlara mahkûm olmadığımız bilinmelidir. Çünkü Türk milletinin gerçekleri ithal edilen kavramlarla izah edilemez. Nitekim Türkiye’nin siyasî sınırları kültürel sınırlarıyla örtüşmemektedir. Kültürel sınırları siyasî sınırlarından geniş olan bir milletiz. O halde millet kavramı, toprak esası üzerine inşa edilmiş olan “nation” a mukabil ve denk değildir. Bu bakımdan Türklük coğrafi bir ifade olan Türkiye veya Anadolu nitelendirmelerinden hareketle izah edilemez, sınırları çizilip, belirlenemez.
III-Tehditleri göz önünde tutmakla birlikte, bunların zaman içerisinde sınırlı dönemler için geçerli olduğundan hareketle, tüm zamanları kuşatan bir yaklaşımla, savunmacı değil, atılımcı olunmalıdır. Merkeze “tehdit”i koyan anlayış, sömürgeler veya sömürge hayatı yaşamış toplumlar için söz konusudur. Merkeze “mücadele”yi koyan anlayış ise saldırgan bir tutum sergiler. Kendisini gerçekleştirmeyi değil, başkasını sindirmeyi esas alır. Hâlbuki hareket noktası olarak merkeze “hakikat”i almak gerekir. Bunun dışındaki halka mücadele, en son halka olarak da tehdit esas alınmak suretiyle değerlendirmeleri yapmak gerekmektedir. Hakikat idrak alanımızın merkezinden uzaklaştıkça, Türklük mânâ kaybına uğrar. Mücadele hakikatten uzaklaşırsa, Türkçülüğün aslî hedefleri tali olmaya başlar, bir müddet sonra da asaletini kaybeder. Son halkada bulunan tehdit göz ardı edildiğinde ise, gerçeklerden yola çıkılarak başlatılmış olan mücadele, engellere takılır, hedefe ulaşmada gecikmeler olabildiği gibi, ağır bedeller ödenmek durumunda da kalınabilir. Bedel ödeyen değil, bedel ödeten bir millet olmak gerekir.