Türkiye imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecinde çağdaş gelişmeler doğrultusunda yol aldı. Milli devletin kurulması, batı standartlarının kabul edilmesi, milli ekonominin güçlendirilmesi ve demokrasinin geliştirilmesi bu hedefler doğrultusunda gerçekleştirilmeye çalışıldı. Meşrutiyetten Cumhuriyete uzanan süreçte millet egemenliğine dayalı bir yönetim modeli benimsendi. Siyasi parti temeline dayalı temsili demokrasi 1946'dan itibaren uygulanmaya başlandı. Dünyadaki sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi gelişmelerden uzak kalınmadı.
Sosyal ve siyasi gelişmeleri dünyadaki diğer olaylardan ve süreçlerden ayrı değerlendirmek mümkün değildir. Bu yüzden 22 Temmuz seçimlerini bu bütünlük içinde incelemek ve komplo teorilerine fazla rağbet etmeden dünyadaki gelişmeler içinde Türkiye'nin konumunu akılcı olarak iyi okumak gerekir. Buna bir de iç bünye dinamiklerini eklersek ancak doğru bir değerlendirmeye ulaşabiliriz.
Türkiye demokrasiye geçtikten sonra uzun süre konumunu soğuk savaş şartlarına göre belirledi. Sağcılık ve solculuk tanımlaması bile buna göre yapıldı. Zorunlu ittifaklar insanların hazmetmedikleri duruşlara katlanmalarına yol açtı. Doğrular yanlışlar birbirine karıştı. Siyah - beyaz kadar birbirinden ayrı zannedilen ayırımların yapaylığı ortaya çıktı. Bu ayırımlarda bulutsu alanlar diyebileceğimiz iç- içelikler çok zor fark edildi. Bunlar açıktan ifade edilemese de siyasete doğrudan doğruya yansıdı.
Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de küreselleşmenin etkisi kendini gösterdi. ABD öncülüğündeki ulus-ötesi büyük sermayenin manevraları ve AB öncülüğündeki yeni kurumsal dönüşüm politikaları bir kıskaç gibi bünyeyi sarmaya başladı. İç dinamiklerden yükselen refleksler baskı altına alınarak, içeriden uyumlu ortaklar aranmaya başlandı. ABD'de uzun süre yaşamış bir akademisyen milletvekili önce parti genel başkanlığına, sonra başbakanlığa kadar getirildi. Sağlık problemleri olan ve yaşlılık dönemine girmiş bir politikacıya, terörist başının hediye edilmesiyle yol verildi. Son olarak 2002 seçimlerinden hemen önce kurulan bir siyasi partinin başarısına ortak olunmaya çalışıldı.
2001 yılında ülkedeki sıcak parayı çekerek krizin derinleşmesini sağlayan uluslararası sermaye, yeni hükümetin uyumlu politikaları doğrultusunda kısmi bir rahatlamaya destek oldu. Her ne kadar hükümet kendi başarısı olarak görse de küresel merkezlerin taleplerine uygun politikalar göz ardı edilmemelidir. IMF ve Dünya Bankasının tavsiye ettiği istikrar politikaları, yönetimlerinde büyük bir kriz yaşayan koalisyon hükümeti zamanından itibaren devam ettirildi. Acı reçetenin birazcık olsun rahatlığı AKP hükümeti zamanında kendini gösterdi. AB uyum yasaları, özelleştirmeler, kur politikaları, ABD'nin Ortadoğu politikaları gibi birçok dış beklentiye olumlu ve uyumlu davranan hükümet, bir seçim dönemini krizsiz atlatmayı başardı. Vatandaş bu kısmi ferahlama ve çaresizlikle gelir dağılımındaki uçurumun artmasını, istihdamın azalmasını, ticaretin daralmasını, fakirleşmeyi umursamaz göründü. Hükümete kamuoyu desteği devam etti. Seçime çoğunluk iktidarı oluşturmuş bir hükümetin kamuoyu desteğinin devam ettiği gözlenerek girildi. Bunda dış faktörlerin yanı sıra iç dinamiklerden kaynaklanan unsurları da ilave etmemiz gerekir. Hiçbir politik sosyal süreç tek faktöre dayandırılamaz. Bunun için 2002 seçim zaferinden, 22 Temmuza giden süreci iyi tahlil etmek gerekir. Hatta AKP'nin kurulmasında baş aktör olan Başbakan R. Tayip Erdoğan'ı bugüne getiren politik geçmişi iyi okumamız gereklidir. Aksi takdirde doğru sonuca ulaşmamız mümkün olmayacaktır.
AKP'nin başarısını anlayabilmek için, dış faktörlere dayanan komplo teorileri yerine Türkiye'deki sosyal değişme sürecine bakmak daha faydalı olacaktır. Cumhuriyet öncesi başlayan modernleşme ve batılılaşma hareketi ülkenin geri kalmışlığını kırmaya yöneliktir. Cumhuriyet sonrası İnönü döneminde ise bu hareket adeta millete karşı işkenceye dönüşmüş durumdadır. Baskı o kadar bezdirmiştir ki, demokrasiye geçilen 1950 seçimlerinde "Yeter söz milletindir" sloganıyla yeni kurulan Demokrat Parti büyük çoğunluğun reyleriyle iktidara geldi. Bu iktidar değişikliği bazı yazarlar tarafından "beyaz ihtilal" şeklinde isimlendirilmiş ve demokrasi tarihimize altın harflerle yazılmıştır. Demokrat Parti'nin bu çıkışı kendisinden sonra birçok siyasi akıma temel ve gelenek oluşturmuştur.
Burada fark edilmesi gereken nokta, millete karşı resmi makamlarla zor kullanılması ve milletin asli kültürüne ters uygulamalar yapılması milli bir tepkiye yol açmaktadır. Özellikle 27 Mayıs askeri darbesinden sonra kamuoyunda pek tanınmayan Süleyman Demirel'in, AP genel başkanı olarak seçimleri büyük farkla kazanması buna en önemli örnektir. Bu örneklerde, milletin kültürüne yabancılaşmış resmi devlet yüzünün çektiği tepki saklıdır. Bu tepkide ciddi anlamda milliyetçi duygular devrededir.
Milliyetçiliğin devlete egemen bir hareket haline gelmek istemesi ise 1960'lı yıllarda filizlenen MHP hareketiyle gündeme gelmiştir. İdeolojik milliyetçilik Atatürk zamanından sonra ilk olarak Türk milletini ve kültürünü temele alarak siyaset sahnesinde yerini almıştır. Modernleşme adına Türk toplumunun jakoben bir Batılılaştırma sürecine tabii tutulması ciddi çatışmalara ve sosyal bozulmalara yol açmıştır. Bu durum siyasi hareketlerin başarısında da önemli bir belirleyici unsur olarak sürekli karşımıza çıkmıştır.
Devlet yönetiminde ve kültür politikalarında egemen olan, batı kaynaklı sol renge bürünmüş CHP militarizmine ve seçkinciliğine karşı Alparslan Türkeş, bir siyasi hareket yaratmıştı. Türkeş'in CKMP'den MHP'ye uzanan politik macerasında ortaya koyduğu tavır, milletin temel değerlerine yönelik olmuştu. Bu hareket sadece bir anti-komünizm hareketi olmayıp, CHP jakobenizmine karşı başlatılmış bir milli hareket idi. Bu yüzden dokuz ışığın umdelerinden birisi milliyetçilik, birisi de halkçılık idi. Devlete egemen olan CHP kadroları yerine, bu milletin kendi evlatlarından yetiştirilecek bir milliyetçi kadro hareketi başlatılmıştı. Batıcı ve her türlü yabancı ideolojiyi içinde barındıran CHP kadrolarının karşısında yeni bir alternatif doğmuştu. Bu aynı zamanda sosyolojik olarak tabakalaşma piramidinin alt katmanlardan yukarıya doğru zorlanması idi. Belki de sonraki dönemde yaşanan çatışmaların en önemli sırrı burada saklı olacaktı.
Milliyetçi hareket 1970'li yıllarda bütün anti-komünist reaksiyoner tavırlarına rağmen, toplumun iç bünyesinden filizlenen bir halk hareketi idi. Yetişen milliyetçi kadrolar, solculara göre daha fazla halktan ve toplumsal tabandan gelmekteydi ve milli karakterdeydi. Uzun soluklu bir mücadeleye girişen Türkeş, asıl zaferin yetişecek milliyetçi kadrolarla sağlanacağına inandı ve hiçbir zaman popülist politikalara pirim vermedi. Ama milletine her zaman güvendi ve gücünü tıpkı Mustafa Kemal Atatürk gibi Türk milletinin kendisinden almayı tercih etti. Verdiği mücadele ile Türkiye'ye yön verebilecek ülkücü bir nesil yetiştirdi.
Milliyetçilik MHP hareketiyle sivil ve demokratik bir siyasi tavır haline geldi. Sıcak çatışma döneminde karşıt güçlerin bütün önyargılı suçlamalarına rağmen, MHP demokratik ve milliyetçi bir hareket olarak Türk siyaset tarihinde yerini aldı. Özellikle Demokrat Parti ve Adalet Partisi tecrübesine karşı, başarısız kalınan milli siyaset ve milli zihniyete sahip kadro oluşturma çabası MHP'nin en önemli vasfı olarak ortaya çıktı. İnönü devrinde devlete egemen olmuş ve kemikleşmiş Batıcı aydın ve yönetici seçkinlerin karşısında ilk defa sistemli bir fikir mücadelesi başladı. Kendisine milliyetçiliği misyon olarak benimseyen kadrolar toplumun yönetim kademelerinde yer almaya ve ses getirmeye başladılar.
|
Geçtiğimiz Nisan (2008) ayında Türk Ocakları Kongresinde hayata veda eden Ayvaz Gökdemir'in Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğü buna en somut örnektir.
CHP karşısında MHP'den başka Demokrat Parti ve Adalet Partisi çizgisi dışında başka bir siyasi hareket ise Milli Nizam ve Milli Selamet Partisi adlarıyla örgütlenmeye başladı. Prof. Dr. Necmettin Erbakan önderliğinde başlayan bu hareket, görüş olarak siyasal İslamcılığı benimsedi. Siyasal İslamcılığı millet ve milli devlet varlığı dışında ütopik bir siyasi hareket haline getirdi. Ülke gerçeklerinden uzak, hareketlerine "milli görüş" adını vermelerine rağmen milli unsurlara ters bir yapılanma içine girdiler. Kendilerine Müslüman sıfatını takarak toplumun diğer kesimleriyle aralarına dini kriterli mesafe koydular. Bu çok önemli bir bölünmenin ve kırılmanın başlangıcını oluşturdu. Sonunda 28 Şubat sürecinde tasfiyelerine giden yol açılmış oldu.
28 Şubat darbesi "Milli Görüş" siyasi hareketi yüzünden masum çok insanın zarar görmesine sebep oldu. Aynı zamanda hareketin önemli bazı isimleri fikirlerini gözden geçirme fırsatı buldular. Demokrasi anlayışı ve Batı ile ilişkiler konusunda tamamen farklı bir anlayış benimsediler ve geniş tabana hitap edecek yeni bir siyasi oluşuma giriştiler. Bu oluşumun öncülüğünü ve liderliğini milli görüş çizgisinin güçlü partisi Refah Partisi'nden İstanbul belediye Başkanlığı yapmış olan R. Tayip Erdoğan yaptı. Sonuçta Adalet ve Kalkınma Partisi kurulmuş oldu. 22 Temmuz seçimlerinde kazanılan zaferin değerlendirilmesinde bu sürecin önemi büyüktür.
Erdoğan, milli görüş adı verilen Milli Selamet Partisi geleneğinden yetişmiş bir siyasetçi olarak 1980'li yıllarda aktif siyaset içinde göründü. Milli görüşün kapalı cemaat yapısı aksine dışa dönük tavırlarıyla dikkat çekti. Ekipçi bir yaklaşımla çevresindeki kadrolarına değer veren ve onları dinleyen bir lider olarak İstanbul Belediye başkanlığında halkın beğenisini toplamaya başladı. Tabandan gelen bir siyasetçi olarak halkın hassasiyetlerine yönelik tavırlarıyla büyümeye devam etti. Sonuçta 2002 seçimlerine kurduğu AKP ile damgasını vurdu. Siyasetçiler ve bilim adamları bu başarıyı tahlil etmekte oldukça zorlandı. 2007 seçimindeki yükselen oy oranı ise herkesi şaşırttı.
Olayı bu çerçevede 22 Temmuz seçimlerine getirecek olursak daha anlamlı bir tahlil yapabileceğimizi sanıyorum. AKP'nin seçim başarısı genel olarak genel başkanı Tayip Erdoğan'a bağlanmasının haklı sebepleri vardı. Birincisi Erdoğan seçkinci ve Jakoben tavırlara karşı halkın yanında yer aldı. İkincisi popülizmi çok profesyonel olarak kullandı. Üçüncüsü vitrini iyi hazırlanmış bir yönetim kadrosu görüntüsü verdi. Halkın günlük algılama ve hassasiyetlerine çok uygun hitap etme yeteneğini kullandı ve seçmeni ikna etmeyi başardı.
22 Temmuz seçimleri yeni kurularak birinci dönemini iktidarda tamamlayan AKP için sürpriz derecede yüksek oyla zafere dönüştü. Gözlemciler ve AKP yöneticileri kazanma yönünde beklentileri olmasına rağmen bu kadar oy patlaması beklemiyorlardı. Bu seçim Demokrat Parti'den sonra CHP çizgisine karşı kazanılan zafer veya gösterilen tepki olarak kayıtlara geçti. Özellikle gösterilen tepki ifadesinin altını burada çizmek lazım. Çünkü seçimi hızlandıran faktör cumhurbaşkanlığı seçimi oldu.
Bazı çevreler bir AKP'linin cumhurbaşkanlığına oturmasını "son kalenin düşmesi" gibi yorumlayarak demokratik olmayan tepkiler koymaya çalıştılar. 17 Nisan'da Genel Kurmay Başkanlığı internet sitesinden e-muhtıra olarak adlandırılan bildiriden, Atatürkçü Düşünce Dernekleri öncülüğünde yapılan "cumhuriyet mitingleri" ve son olarak hiçbir hukuki mesnedi olmayan şekilde cumhurbaşkanlığı seçiminin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi bardağı taşıran son damla oldu. Seçmen kendi demokratik iradesine müdahale olarak yorumladığı bu manevralara karşı sessiz tepkisini sandıkta gösterdi ve oy oranında beklenmedik yükselme görüldü.
AKP'nin iki dönem seçmen çoğunluğunun desteğini alarak iktidara gelmesi bütün analistlerin ilgi odağı oldu. AKP'yi kuran çekirdek kadronun milli görüş çizgisinden gelmesi sürekli şüphe ve tedirginlik yarattı. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi siyasal İslamcılığın yarattığı kırılma AKP kadroları konusunda toplumda, özellikle kendisini laik-cumhuriyetçi olarak tanımlayan kesimlerde güven bunalımına yol açtı. Seçimlerin sonuçlanmasının ardından kamuoyunda meydana gelen şaşkınlık bir süreliğine durgunluk yarattı. Fakat durgunluk uzun sürmedi ve AKP'ye karşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının kapatma davasıyla bozuldu. Seçimden zaferle çıktıktan sonra bir yılını henüz dolduramayan bir iktidar, partisinin kapanması tehlikesi ile şaşkınlık içinde kaldı. İktidara gelmek ile iktidara hakim olmak arasındaki fark ortaya çıktı. İktidarı belirleyen ve sürdürülmesini sağlayan sadece gerekli oy oranını almak olmadığı bir daha anlaşılmış oldu.
Tekrar 1950 yılındaki seçimlerde Demokrat Parti'nin kazandığı zafere dönecek olursak, geniş halk
kitlelerinin desteğini almasına rağmen devlete tam anlamıyla hakim olamadıkları yönünde tespitler önem arz etmektedir. Demokrat Parti büyük bir çoğunluk ile iktidara gelmelerine ve uluslararası alanda destek ve işbirliği aramalarına rağmen sonuçta başarısızlığa uğramışlardır. İhtilal yapılmasına giden sürecin doğru yönetilmediği düşünülürse sadece suçun ihtilal yapanlarda olmadığı anlaşılır. Bu konu üzerinde duygusal yönden fazla analiz yapılmadı ama mutlaka doğru tespitler yapmak gerekir. Özellikle milletin geçmişten bugüne uzanan problemlerinin çözümlenmesi için bu şarttır.
27 Mayıs ve 12 Eylül askeri darbelerinden sonraki dönemde ortaya çıkan siyasi hareketler geçmişten ders alarak yollarını çizmiş olmaları gerekir. Bu süreçlerde hem iç dinamikler, hem dış şartlar daha iyi anlaşılabilecek ipuçları vermektedir. Son seçimlere kadar uzanan süreçte bu ipuçları ne kadar iyi görüldüyse, o kadar başarıdan söz etmek mümkündür. Seçimlerde çoğunluğun oy teveccühünü kazanmak iktidar için yeterli değildir. Belki iktidar olmak için ilk şarttır. Sonrasında gerekli olan davranışları gösteremediğiniz taktirde bu güce egemen olmanız ve sürdürmeniz mümkün değildir.
İktidarın ilk şartı demokratik sistemlerde seçimin kazanılması olduğuna göre biz son seçimlerle ilgili değerlendirmemize devam edelim. 22 Temmuz seçimlerine giderken AKP dışında milletin teveccühünü kazanabilecek partilerin durumlarına yakından bakmamız gerekir. Milliyetçi - muhafazakar seçmen için alternatif parti adaylarından birisi şüphesiz bir önceki dönemde oy oranını yükseltmiş ve koalisyon ortağı olmuş bir parti olarak MHP önemli bir siyasi aktördür. MHP yukarıda işaret ettiğimiz gibi DP tecrübesinden sonra milleti temele alan ve milli siyaseti hedef olarak benimseyen bir siyasi çizgi oluşturmuştur. Bunu yaparken kaliteli ve milli şuur sahibi bir kadro yetiştirmeye büyük önem vermiş, günübirlik politikalardan uzak durmuş ve hiçbir zaman popülist-geçici-aldatıcı görüntü vermemiştir. O zaman neden iktidara ulaşacak başarılar elde edilememiştir. Halbuki milli bir hareket olarak halka daha yakın olması gereken Milliyetçi Hareket Partisi, kadrolarını da hazırlamış olarak seçimlerde daha başarılı olabilirdi. Başarılı olmasının önündeki engelleri bu anlamda iyi tahlil etmek gerekir.
MHP küreselleşme sürecindeki manevraların ve olumsuz propagandaların etkisiyle bir müddet içine kapanma görüntüsü verdi. Devlete karşı, bir taraftan Kürtçü ayaklanmanın saldırısı, bir taraftan küresel batılı güçlerin kıskaçları MHP'de kendiliğinden resmi devlet mekanizmasının yanında yer almayı ve bütün hatalarıyla savunmak zorunda kalmayı getirdi. Halbuki millet gerçeği üzerine bir ideolojik bakış açısına sahip olan milliyetçi hareketlerin halka daha yakın olması beklenir. Bu yakınlığı kurmakta maalesef başarılı olunamadı. 1970'li yıllardaki devlete egemen olan "CHP zihniyetli bürokratik yapıya karşı geliştirilen argümanlar" adeta unutuldu veya ihmal edildi. Halbuki bu karşı duruş MHP'nin temel varlık sebeplerinden ve güç odaklarından birisiydi. Mesela AKP iktidarına karşı çok zayıf dayanaklarla internette yayınlanan askeri muhtıra ve mecliste cumhurbaşkanlığı seçiminde kamuoyunun vicdanlarını yaralayan zorlamalar karşısında tavır alınamaması, parti yönetimi tarafından da bir eksiklik olarak kabul edildi. Seçim sonrası bu tavır cumhurbaşkanlığı seçiminde sistemin tıkanmasını önleyici bir etki yaptı ve Türkiye tekrar krize girmedi. MHP genel başkanının kısır çekişme yerine "önce ülkem" düsturu olumlu yansımalara sebep oldu.
Küreselleşmeyle beraber dünyada milliyetçiliğin yükseldiğini söylemek mümkün. Bu özellikle Türk milliyetçiliği için daha doğru bir tespit olsa gerek. Çünkü hem Sovyetlerin, hem de Yugoslavya'nın dağılmasından sonra Türk kültür hinterlandının genişliği ortaya çıktı. Buna bağlı olarak son zamanlarda değişik çevrelerde milliyetçiliğin yükselmekte olduğu iddiaları sıklıkla gündeme getirilmeye başlandı. Bunda MHP'nin kurumsal olarak ne gibi katkısı olduğu tartışmalı olmakla beraber, seçimlerde MHP'ye gösterilecek teveccühü etkileyeceği ortadadır. Milliyetçiliğin yükselmesinde katkısı belirsiz olsa da, MHP'nin bu yükselen milliyetçiliği yönetmesi ve yönlendirmesi beklendi. Hatta buna bağlı olarak yaratılan beklentiye kamuoyuna yansıyan bir açılım gözlenemedi. Küreselleşen dünyada küresel güçler karşısında tarihten gelen gücüyle önemli bir rol üstlenmesi beklenen Türkler ve Türkiye devletinin önderliğini yapması beklenen MHP, kitlelere umut olma başarısını yakalayamadı. Halbuki küreselleşme bütün olumsuzluklarına rağmen milliyetçi hareket ve Türk milleti için farklı fırsatlar yaratmaktaydı. MHP henüz bu fırsatları lehine çevirebilecek bir performans gösteremedi. Bundan sonraki sürecin gerçekçi tedbirler alınmasına bağlı olarak gelişeceği açıktır.
22 Temmuz seçimleri öncesinde MHP küreselleşme karşısında ülke için umut olmak bir tarafa milliyetçi gelenekten ve kültürden gelen kesimleri
harekete geçirmekte ve kucaklamakta dahi zorlandı. Seçim başarısı toplumun bütün kesimlerinde heyecan ve umut yaratmaya çok bağlıdır. İnsanlar ülke için bu siyasi kadrolar çözüm üretebilir kanaatini hissetmelidir. Kendisi o partiden olmasa da, kendi geleceklerini ve ülkenin istikbalini burada görmeleri gerekir. İktidar adayı parti de bu anlamda kucaklayıcı olmak zorundadır. Seçmen ve taraftar beğenmeyen, kendi taraftarı ile gönül bağını güçlendiremeyen bir siyasi parti dünyanın hiçbir yerinde başarılı olamaz. 22 Temmuz seçimlerine hazırlık döneminde MHP genel başkanının ve dünyayı tanıyan bazı parti yöneticilerin basiretli adımlarıyla bu konuda ümit verici adımlar atılmış ama tam bir gönül seferberliği sağlanamamıştır. MHP Türk milliyetçiliği temelinde halkla kucaklaşmayı ve seçmeni ikna etmeyi yeterince başaramamıştır.
Çağdaş gelişmeleri yakından takip edebilen hareketler başarıyı mutlaka yakalayacaklardır. MHP dünyanın artık değiştiğini, soğuk savaşın sona erdiğini, tek kutuplu dünya düzeni kurmaya çalışan güçlerin bilgi ve teknolojiyi çok iyi kullandıklarını, dünyada sanayi devriminden sonra yeni bir teknoloji devrimi (bilişim devrimi) yaşandığını, organizasyon modellerinin değiştiğini, mücadele tekniklerinin farklılaştığını elbette yakından takip etmektedir. Ne zaman ki bunların gereğini yapabilen bir yapılanma ve çalışma modeli geliştirilir, o zaman Türkiye MHP'nin önderliğinde dünyada lider konumuna ulaşabilir ve büyük güçler arasında mücadeleye girişebilir. Aksi taktirde ülkenin problemleri karşısında çözüm üretemeyen, topluma ümit olamayan ve iktidar alternatifi görüntüsü veremeyen bir parti konumuna düşer. Bu durum bütün partiler için geçerlidir.
CHP'nin durumu ise başarı veya başarısızlık noktasından değerlendirilmekten çıkmış görünmektedir. Batıcılık ideolojisinin ve devletçiliğin temsilcisi konumundaki CHP'nin artık tıkanmışlık yaşadığı açıktır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarından beri devlet partisi görünümündeki CHP, istikrarlı bir çizgi sürdüremedi ve kendini yenileyemedi. Atatürk'ten sonra milliyetçilik çizgisinden ayrılarak, çağdaşlaşmayı bu milletin kültüründen yabancılaşmaya çevirdi ve toplumdan gittikçe uzaklaştı. içinde çok farklı kozmopolit akımları barındırdı. Adeta kendi toplumu ile kavgalı bir parti konumuna düştü. Hatta kendi içlerindeki kavgalar, kendi ayaklarına sürekli bağ oluşturdu. Son zamanlarda sol literatürün beslediği anti-emperyalist tavırlarla "ulusalcılık" adıyla tekrar milliyetçiliğe göz kırpsalar da inandırıcı olmakta zorluk çektiler. Küresel güçlerin işbirlikçisi ilan ettikleri ve irticanın baş destekçisi gördükleri AKP yönetimi ile kavgaları, toplumun geniş kitleleri tarafından destek bulmadığı gibi, muhafazakar seçmenin AKP saflarında kenetlenmesine sebep oldu.
Mesela Cumhuriyet mitingleri Türk bayraklarıyla gövde gösterisine dönüşmesine rağmen milliyetçi - ulusalcı bir hareketlenmeye sebep olmadı. CHP için de, MHP için de bir yükselmeye katkı sağlamadı. Bayrağı için hayatını her an ortaya koyabilecek kesimler açısından heyecan uyandırmadı. İlginç bir paradoks olarak yıllarca milliyetçiliğin kalesi olarak tanınan şehirler sessiz bir mutabakatla AKP'yi desteklediler. Cumhuriyet mitinglerindeki görüntü, Türk bayraklarına rağmen nedense eski dönemlerdeki sol örgütler öncülüğündeki gösterileri çağrıştırdı. Zihinlerden yabancı komünist liderler ve hareketlerin bayrakları ve resimleriyle sokakları dolduran sol militanların eylemleri henüz silinmiş değildi. Dolayısıyla ulusalcılık-milliyetçilik duygusunun yükselmesinden gelecek oy oranı da CHP'ye yansımadı. Yeni dönemde CHP'nin ulusalcılık veya milliyetçilik konusunda inandırıcı olmak için tedbirler alması bu anlamda elzem görünmektedir.
Seçim sonuçları ile ilgili çok şeyler yazıldı, çok şeyler söylendi. Çoğunlukla işin kolaycılığına kaçıldı. Komplo teorileri fazlasıyla revaç buldu. Halkın iradesine saygısızlığa varan tepkiler gösterildi. Hiç kimse önce kendisini eleştirmeyi ve daha iyi neler yapabileceği konusunda çaba sarf etmeyi tercih etmedi. Kendilerini sürekli merkezde ve mutlak doğru gören yetkililer, kabahati başkalarında aramaya devam ettiler. Halbuki başarı ortak akıl geliştirerek hedefe kitlenmiş inançlı kadrolardan geçer. Futbol takımının başarısı bile, sahaya inerken iyi bir takım oluşturacak oyuncuların seçimine, takım ruhu oluşturacak bir yönetime, güzel oyun kurmayı başaracak bir teknik hazırlığa, saha şartlarına ve karşı takımın performansına bağlıdır. Tesadüfen toplanmış oyuncularla maç kazanılması ancak mahalle maçlarında mümkündür. Siyaset hazırlık, akıl ve ehliyet gerektirir. Bunu sağlayan ekipler ise mutlaka başarıya ulaşır.