O bir
pazarcı idi. Yanında çalıştığı kabzımal, yıllar önce sırtına vurduğu yatağı yorganı
ile gelmiş, önce inşaatlarda, sonra da halde hamallık yaparken,
gözünü açıp, hani hikâyelerdeki gibi önce limon – maydanoz, sonra da
sebze-meyve satarak işini yoluna
koymuş, arkasından çoluk çocuğu da taa Anadolu’nun bir doğu şehrinden
toplayıp getirtip yerini - yurdunu sağlama almıştı. İyi kazanan,
haftanın 7 günü 7 ayrı semtin Pazaryerinde sehpası –yeri belli olan paralı biri
olmuştu. Çevresindeki diğer birçok pazarcı gibi de hemşeri muhabbeti ve birliğini sağlamış, müşteriyi
azarlamayı, kötü malı iyi malın arasına gizleyip torbalara doldurmayı, para
üstü vermemenin yollarını uygulayan, beğenmediği müşteriyi küçümseyip
gönderen, çevre sehpadaki hemşerileri ile
de kendi aralarında, “müşteri anlamasın diye” Kürtçe
konuşup dalga geçen biri idi bu
kabzımal.
Kendisi Kürt
olmasa da aynı köyden olmanın verdiği yakınlığı kullanarak yanında çıraklık yapıyor, işin nasıl yürütüldüğünü öğreniyordu.
Patronu sayılan ustasına (o’na böyle hitap ediyordu) saygılı, ama dikkatli idi. Kimseye eyvallahı
olmayan bu adam müşteri nasıl
kandırılır, kazıklanır, zaman zaman anlatır, fırsatını yakaladı mı hiç acımadan
da tatbik ederdi. “Çocuk ve yaşlıların parasını alıp, üstünü unutturmak kolay. Çocuk anlamaz. Yaşlı da üsteledi mi” moruk haline bakmadan ne pazara geliyorsun”
diye bağırdın mı
pısar, hele başı yaşmaklı,
akça-pakça kadın gördün mü, hiç acıma. Onlar üstelemez. Ya “Allah’a havale ettim”
der, ya da “ben unuttum herhalde ” deyip kendini suçlar gider. Para da cepte
kalır. Genç ve uyanık tiplere fazla bulaşma,
zabıtaya haber verir. Gerçi zabıtasına
göre o da hallolur ya, sen yine de gözünü iyi açıp kandıracağını iyi belle” demişti.
Bir senedir
çalıştığı
halde hala bir çıraktan öte gidememişti. Yaşı 20’lerde, ana-baba ve gözüne kestirdiği kız köyde iken, elli biraz para tutmalı, bir
ev tutup önce evdekileri sonra da düğün yapıp
gelini eve getirmeliydi. Ama böyle Günlük - haftalık yevmiye ile de belini doğrultacağı yoktu.
Patronun öğütleri yabana atılır cinsten
değildi. Biraz palazlansa patron ona
bazı pazarlardaki tezgâhı paylaşmayı bile
teklif edecekti ama…
***
Çocukken
dizinin dibinden ayrılmadığı dedesi
ona dürüstlük üstüne hikâyeler anlatır, sonra da “aklına soktu mu” diye emin olmak için bir de ona anlattırırdı.
Ana-baba hakkı, kul hakkı, devlet hakkı…
Türklerin gayrimüslimlere bile adil davranışı. İlk başlarda
patronun yaptıkları numaralara “ ama usta dedem der ki” diye itiraz
edecek olmuş, adamın
köpük saçan ağzı ile
hiddetle kendine bağırıp “kes
lan martaval okuma, ne Osmanlısı ne adaleti”. “Bu Türklere acımıyacan
fırsatını buldun mu ya yolacak, ya soyacak, ya keseceksin” derdi benim dedem de” diye bağırmasını
unutmamıştı. “Dürüstlük
mü varmış dünyada.
Ya paran olur, yaşarsın, ya
da zıbarırsın bir kenarda. Bak el ne güzel eğleniyor
sahillerde. Gözünü aç ta senin de bitin kanlansın. Mersin’de, İstanbul’da, İzmir’de,
yap bir otel. Biraz kredi, sen de köşeyi
dön. Bırak dürüstlüğü
Türklere, avunsunlar onlar. Dürüstlük,
namus onlara, paralar, oteller, topraklar bize. Hele bir de nüfusu biraz çoğalttık mı bak gör o zaman şenliği” demişti. Ağzının içine
giren bıyıklarını batırarak içtiği koyu çay bardağını höpürdeterek.
Pazarın en
kalabalık olduğu saatlerde
bir elinde seyyar tepsiden aldığı soğumuş bol
baharatlı, etinin ne olduğu belli
olmayan dürülmüş lahmacun,
öteki elinde artık ılımaya başlamış yarım bardak koyu çay bağırıp duruyordu. “Portakala gel portakala”. Önündeki kadın önce
kaça olduğunu sordu. Sonrada nerenin
malı olduğunu.
-“Kozan” dedi.
-“Hangi köyden oğlum”?
-“Sana ne hanım abla. Ye portakalı otur, Kozan’ın
dedik ya!” Patrondan öğrenmişti ya
azarlanmayı, çoktandır kendi de farkına
varmadan aynı şeyi
yapıyor, dedesinin “velinimettir” diye saygı duyduğu şeylere –
kendisi için de müşteriye –
dedesinin ifadesi ile nankörlük ediyordu. Köyde nankörlük mutlak karşılığını görürdü
amma… Bu şehirde para bile ediyordu işte.
Kadın
portakalları bir - iki elledi, yokladı.
-“Ver 2 kilo oğlum,
şuradan olsun” diye.
Torbayı uzattı. Tezgâhın arkasındaki çürüklerin kalın kabukluların biraz da
taze görünsün diye yaprakları-dalları koparılmamış
böylece de ağır çektirilenlerin
arasına göstermelik birazda yaşlı kadının gösterdiği taraftan ekleyip torbayı uzattı. Kadının ayağı uğurlu mu
gelmişti ne! Etrafa aynı anda 5-6 müşteri daha doluşmuş, torba uzatıyorlardı.
Birkaç kişinin daha torbalarını doldurup, aldığı paraları
cebine attı. Yaşlı kadın
hala karşısında, elinde torba ile bekliyordu. “ ne o hanımanne, senin işin bitmedi mi?”
-Oğlum
paramın üstünü ver de gideyim.
-Ne parasının üstü
-Beş
milyon verdim ya sana. Üstünü vermedin bana evladım.
-Ne para üstü. Verdiğin parayı bile öğrenememişsin, ne pazara çıkıyorsun. 500 verdin, malını da aldın. Yok para üstü!
-Oğlum
5 milyon verdim sana, bak cebine. Gayet rahat ellerini önündeki
üstü kir dolu lacivert, 10 gözlü önlüğün büyük
cebine daldırdı. Bir tomar, buruşuk, kirli,
eski-yırtık para çıkardı
-Hani 5 milyon, nerde var mı bunların içinde?
-Oğlum
üstteki cebe koydun ya.
-Orada para - mara yok! Çek git işine.
Kadının
gözleri doldu. Bir pazarcı ile hiç kavga etmemişti;
etmezdi de. Hele para için asla. Ana - babasından böyle bir şeyi ne görmüş, ne işitmişti. Aptal
yerine koyulmuştu. Hem de
oğlu yerindeki biri tarafından. Zabıta
pazarın hemen dibindeydi. Haber verebilirdi. Ama ne diyecekti, nasıl ispat
edecekti. Portakal torbasını eline almadan önce tülbendini düzeltti. Yaşlı, yorgun, varislerden şişmiş (çorabının bile üstünden belli oluyordu) ayağındaki terlikleri ile ağır adımlarla pazarın çıkışına yöneldi. Harcayacağı tüm para 2 kilo portakal uğruna çoktan bitmiş,
eve dönmekten başka yol
kalmamıştı. “Allah’a havale ediyorum seni”
diyen sesini sadece satıcı duydu. Tıpkı ustasının dediği gibiydi.
***
İki mi olmuştu, üç yıl
mı tam hatırlamıyordu. Pazardaki bu tezgâhta çalışalı.
Biraz belini doğrultur gibi
olmuş, ama bir türlü istediği parayı kazanamamıştı. Eline geçenlerin ne bereketi vardı, ne
tadı. Her pazarda malın tamamını satıyor, ama ne kâr ediyor, ne rahata
eriyordu. Her geçen gün üstüne, omuzlarına çöken ağırlık, yorgunluk, yani yük giderek artıyordu.
Bir ara yorgunluk atmaya köyüne gitmiş, ana - baba
eli öpmüş, ancak rahatlayamamış, dinlenememişti. Her ziyaretinde huzur veren dedesinin
mezarında bile ayakları geri geri gitmiş, sanki kendisine “git” denircesine daha bir
sıkıntılı olarak mezarlıktan dönmüştü. Günler
aylar geçtikçe uykusuzluk da artmış, başını koyduğu kirli
yastık yüzünde, deliksiz uykunun
hasretini çeker olmuştu.
Beyninin
derinliklerinde dedesinin sözleri çınlayıp duruyordu ne zamandır: “sakın kötü yolda olup ta çok kazananlara
aldanma. Allah sevdiği kul hata
yapınca cezasını hemen verir ki bir daha yapmasın. Yanlış yolda inat edenler karşılığını,
günahlarını biriktirip misli ile ahirette alacaklar”.
***
Şubatın sonu gelmiş,
şiddetli kışın etkisi biraz dağılmıştı. Ancak
sebze meyve fiyatları el yakıyor, gelen geçen müşteri
sadece fiyatını sorup uzaklaşıyorlardı. Tezgâhtaki
marulların, soğan-maydanozun
olduğu gibi durduğu o gün, sıkıntı ile soluklanıp, kirli
bardaktaki çayını yudumlarken gördü onu. Uzun süreden beri zaman zaman uzaktan
gördüğü
“bir tezgâhıma gelse” diye
dualar ettiği, erkekliğe sığdırıp ta
yanına gidemediği yaşlı kadın tezgâha gelmiş bakıyordu.
-“Maydanozlar kaça oğlum?” Sonra başını kaldırıp satıcıya baktı. Bakmasıyla beraber
rengi değişti. Kendisini aptal yerine koyan o çocuk karşısındaydı yine.
-“İki
yüz elliye demeti teyze hanım”. Cümlenin sonunu dinlemeden yüzünü
ve adımlarını yan çevirip tezgâhtan uzaklaşmaya başladı. Kendi kendine kızmıştı: “Bula
bula bu adamı buldum maydanoz soracak”. Bu sırada omzuna dokunan eli fark
etti. “Teyze, teyzem bir bak buraya”.
Hala kendine olan kızgınlığını
üstünden atamadan satıcının sesi kulağında
çınladı.
-Teyzem beni hatırladın değil mi? Hala kızgınsın bana biliyorum. Al
şu beş milyonu. Hakkını helal et. Kusura bakma. Gençlik işte hata yaptık.
Yaşlı kadın şiş ayakları ile çekip gitmek ile kendine uzatılan
helal parası arasında bir an tereddüt ederken, genç satıcı yüzü mahcup, sesi
titrek, başkalarının duymasından
huzursuz parayı ısrarla vermeye çalışıyordu.
-“Hakkını helal etmeyi unutma.”Sitem
edilmeyi bekleyen ve hazır olan yüzü, duyduğu söz ile
kıpkırmızı oldu.
-“Ben sana beddua bile etmedim ki oğul. Bir hataydı, geçti gitti”…
Yüreğini sıkan mengenenin açıldığını, omzuna çökmüş
olan yükün kalkıp, kuş gibi
hafiflediğini akşamüstü fark etti. Uzun zamandır özlemini çektiği deliksiz uykuyu uyuduğunu fark ettiği
sabah ise kâbuslu, içi beş milyonlarla
dolu rüyalarının yerine kendisine mezarından doğrulup
gülümseyen dedesini de yüzünü lavaboda yıkarken hatırladı.
Not: Gerçek hikâye ve Yaşlı
kadın annemdir. 04 Mart 2002
PAZARCI
Şubat 2008 - Yıl 97 - Sayı 246