İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ünlü simalarından ve Türkçülük fikrinin mütefekkirlerinden biri olan Hüseyinzade Ali Bey, 1864 yılının 24 Şubat'ında, Bakü yakınlarındaki Salyan kasabasında doğdu.
Küçük yaşta annesini kaybetti. Babasının Tiflis'e tayini nedeniyle bu şehirde yaşamaya başladı. İlk tahsilini de burada Tiflis Müslüman Mektebi’nde yaptı.
Hüseyinzade Ali Bey daha sonra, Kafkasya Müslümanları Şeyhülislamı olan dedesi Şeyh Ahmet Salyani'nin himayesinde eğitim almaya başladı. Şeyh Ahmet bir din adamı olmakla beraber Azerbaycan Edebiyatı meseleleriyle yakından ilgileniyor ve Mirza Feth Ali Ahundzade ile de dostluğunu sürdürüyordu. İşte erken yaşlarda içine girdiği bu çevre Ali Bey’de Türkçülük duygusu ve Türkiye sevgisinin uyanmasında etkili oldu.
O, Tiflis Müslüman Mektebi'ni bitirdikten sonra 1875-1885 yılları arasında orta öğrenimini yine Tiflis Birinci Klasik Jimnazı'(lise)nda tamamladı. Lise talebeliğinden itibaren de Türkçeye, Türklüğe ve Türkiye'ye daha çok ilgi duymaya başladı.
Hüseyinzade Ali Bey, Tiflis Jimnazı'nı bitirdikten sonra 1885 yılında Petersburg Üniversitesi Fizik-Matematik Bölümü'nü kazandı.
Rus üniversite talebeleri içinde daima canlı ve pek hareketli olan fikir cereyanlarından uzak durmadı. Fıtraten sakin ve mülayimdi. Kat'i ve kesin hükümlerden ziyade geniş ve ılımlı fikirlere meyilli idi. Siyasetin kaba ve çirkin kavgalarına, komplolarına, sinir bozan heyecanlarına, şiir ve felsefenin mütalaa ve sohbetin huzur ve asayişini tercih ederdi. Dolayısıyla ihtilâlcıların bulunduğu ortamlara girmez, şiddetli münazaralara katılmazdı. İlmi ve edebi inceleme yapan grupta yer alırdı.
Ali Bey, 1889 yılında Petersburg (Leningrad) Üniversitesi Fizik-Matematik (Fen) Fakültesi'nden mezun oldu.
O, Petersburg Üniversitesi'nde iki tesir altında kalmıştı ki bunlar Panislâvizm ve Sosyalizm idi. Ali Bey, Panislâvizm'den, Pantürkizm mefkûresini çıkardığı gibi; Sosyalizmden de Halkçılık ahlakını aldı.
Hüseyinzade Ali Bey, Petersburg Üniversitesi'nden mezun olur olmaz, Rusya'yı terk ederek İstanbul'a geldi. Fizik-Matematik mezunu olarak çalışmak istediyse de uygun bir ortam bulamadı ve üniversite mezunu olmasına rağmen, talebe sıfatıyla Askeri Tıbbiye'ye girmek zorunda kaldı. Çünkü üniversite mezunu olarak o günün İstanbul'unda iş bulamamıştı.
O da öğrenci olarak İstanbul’da Askerî Tıbbiye’ye girdi. Ali Bey'in İstanbul Askeri Tıbbiye’sine gelmesi, burada Avrupa medeni havasının esmesine sebep oldu. Burası Osmanlı yüksek okullarının en iyisi olmakla beraber, Avrupa yüksek okullarına göre ilmi açıdan ve teknik imkânlar bakımından oldukça yetersizdi. Talebesinin çoğu Anadolu ve Rumeli'nin muhtelif vilayetlerinden toplanmış bu okulda Ali Bey, kuzey yıldızı gibi parladı. Bir Avrupa Jimnaz Klasiği'nde talim ve terbiye görmüş olması, Avrupa'nın medeniyet merkezlerinden biri olan Petersburg'da Üniversite talebeliği etmiş olması, Ali Bey'i genel kültür bakımından arkadaşlarından çok yüksek tutuyordu.
Elbette ki onun İstanbul’da okumasının nedeni Azerbaycan’ı terk ederek Türkiye'ye gelmesidir. Bunun da çeşitli sebepleri vardır. Her şeyden evvel o günlerde ülkesi Rus işgali altındadır ve bütün Türk dünyası sıkıntılı günler geçirmektedir. Bunun dışında Ali Bey’in Türkiye’ye gelmesinin daha başka sebepleri de vardı. Kafkasya'da iken, üniversiteyi bitirdikten sonra İstanbul'a gitmeyi düşünüyordu. Petersburg'da bazı Osmanlılarla ve özellikle, Rusça tahsil için gönderilmiş Ahmet Sedat Bey'le tanışıp görüşmesi bu düşüncesinin kuvvetlenmesini sağladı. Petersburg Üniversitesi'ndeyken bir gün müderrislerden biri vatan mefkûresinden bahsederken, Türklerde de bu mefkûrenin uyandığını hatta Namık Kemâl isminde bir edibin bu isimde bir de tiyatro yazdığını söyleyince, Ali Bey'in ruhunda ansızın bir ışık parladı: “Üniversiteyi bitirdikten sonra Anavatan'a, Türkiye'ye gitmek.”
Ali Bey, böyle birçok telkin vasıtasıyla, Türkiye'nin bütün Türkler için Anavatan olduğunu anladı ve Türk İttihadına dair ilk şiir olan Turan Manzumesini yazdı:
"..............................................
Sizlersiniz ey kavm-i Macar bizlere ihvan
Ecdadımızın müştereken menşei Turan
Bir dindeyiz biz, hepimiz hakperestan;
Mümkün mü ayırsın bizi İncil ile Kur'an?
Cengizleri titretti şu afâkı serâser
Timurları hükmetti şehinşahlara yekser,
Fatihlerine geçti bütün kişver-i kayser
............................................."
O, diyordu ki: "Ben Türküm, ben Müslümanım, Türkiye bir Türk ve Müslüman hükümetidir. Bu haysiyetlerle Türkiye her diğer vatandan ziyade vatanımdır. Bu vatandaşları, bu vatanı iyi, pekiyi tanımalıyım". İşte Ali Bey bu sebeplerle ve bu yüce duygularla Türkiye'ye geldi ve kısa zamanda varlığını hissettirmeye başladı. Onun Askerî Tıbbiye'ye getirdiği Türk İttihadı Mefkûresi, ilmi esaslara dayandığı kadar ahlâki bir mefkûre ihtiyacına da dayanıyordu. Çünkü Ali Bey, ilim ve sanat adamı olduğu nispette, dini bir hassasiyete, ahlakî bir felsefeye de sahipti.
Bu manevî tabip, İstanbul'a geldikten sonra, Türklerin yakalanmış olduğu içtimai hastalığın sebebini tam bir yıl düşündü. Bir yıl sonra, sınıfta Ali Bey'in Arşimet gibi, "Buldum! Buldum!" diye bağırdığını duydular. Sınıf arkadaşları "Ne buldun?" diye etrafına toplandılar. Ali Bey: "İçtimai hastalığımızın ismini buldum, (biz yan geldizm) hastalığına tutulmuşuz" dedi.
Gerçekten de o dönem Osmanlı toplumunda böyle bir hastalık vardı. Avrupa’nın yükselişine, kalkınmasına lakayt kalınmıştı. Toplumu bu hastalığından kurtarmak için ruhlara ateşli bir heyecan verecek mukaddes bir mefkûre lazımdı. İşte Ali Bey daha Rusya'da iken sanat ve ilim yollarından vardığı Türkçülüğe, bu defa da ahlâki bir uyanma ihtiyacıyla tekrar ulaşıyordu.
Böyle bir insanın o günün şartlarında elbette ki milli bir politika izleyen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden uzak durması da beklenemezdi. Onun İttihat ve Terakki Cemiyeti ile yakın ilişki içerisinde olduğu muhakkaktır. Ancak kurucuları arasında mı yer aldığı, yoksa Cemiyete sonradan mı katıldığı hakkında farklı görüşler olmasına rağmen, onun kurucular arasında olduğu daha yaygın bir kanaattir. Çünkü birçok kaynağa göre, Cemiyet'in kurucuları: İshak Sükûti, Mehmed Reşit, Abdullah Cevdet, İbrahim Temo ve Hüseyinzade Ali'dir.
Ali Bey, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenlerinden Ubeydullah Efendi ve Halit Ziya gibi şahsiyetlerle görüştüğü gerekçesiyle Askerî Tıbbiye’de öğrenci iken takibata uğradı. Hafiyeler, bazı talebelerin şüpheli adamlarla görüştüklerini ve bunların teşviki ile bir takım muzır kitaplar okuduklarını ihbar etmişlerdi. Dolayısıyla Askeri Tıbbiye, Yıldız Ajanları ve Dâhiliye Zabitlerinin baskınına uğradı. Birçok öğrenci tutuklandı. Ali Bey, arkadaşı Polonyalı Jül vasıtası ile baskının yapılacağını öğrenmiş ve hafiyelerce muzır sayılabilecek kitap ve evrakını ortadan kaldırmıştı. "Ancak, hafiyeler, Mirza Feth Ali Ahundzade'nin komedyaları ile Molla Penah "Vakıf"ın Leipzig'de basılmış birkaç şiirinden başka bir şey bulamamalarına rağmen Ali Bey, tutuklandı. Okulun bazı subayları ve Yıldız'dan gelen bazı paşa ve yaverlerden oluşan bir heyetin huzuruna çıkarıldı. Tahkikat sonunda iki haftalık hapis cezasına çarptırıldı.
1895 tarihinde tıbbiyeyi bitirip doktor olan Hüseyinzade Ali Bey, tabip yüzbaşı rütbesi ile İstanbul'da Haydarpaşa Askeri Hastanesi Emrâz-ı Cildiye ve Efrenciye (Deri ve Frengi Hastalıkları) kliniğine mütehassıs muavini (asistan) olarak tayin edildi. Başarılı bir öğrencilikten sonra bu şekilde hayata atıldı.
Bu sırada 1897'de yapılan Osmanlı-Yunan muharebesi nedeniyle Doktor Ali Bey, Teselya'ya gönderildi. Orada harp meydanlarında ordunun hizmetinde Hilal-i Ahmer (Kızılay) görevlisi olarak çalıştı.
Savaş bittikten sonra İstanbul'a geri döndü ve Haydar Paşa Hastanesi'ndeki görevine başladı. 1900 yılında Askeri Tıbbiye'de yapılan bir imtihanda başarılı olarak Emraz-ı Cildiye ve Efrenciye Müderris muavinliği (doçentlik) ne atanarak Müderris Celâl Muhtar (Özden)'in yanında görevine başladı ve 1903 yılına kadar bu hizmete devam etti.
Ali Bey, 1903 yılında İstanbul'dan ayrılarak Azerbaycan'a gitti. Bunun sebebi, bazılarına göre, haksız yere taşraya yapılan bir tayin, bazılarına göre de Azerbaycan Türklüğünü uyandırmak amacıyla İttihatçıların yaptığı bir tavsiye idi. Kendisi ise bu meseleyi şöyle izah ediyor: "...O sıralarda Veba hastalığını yerinde tedkik için Hindistan'a izam olunmak üzre Askeri Tıbbiye Mektebi tarafından intihab (seçilme) oldu. 1903'te (evvelce bir müddet merhum Ahmed Celâleddin Paşa'nın Çamlıca'daki köşklerinde ve Nişantaşı'ndaki konağında misafir kaldıktan sonra) Abdulhamid ve istibdad rejiminin türlü bahanelerle takibatı yüzünden Kafkasya'ya firara mecbur oldum ve ora gazetelerinde muharrirliğe başladım..."
Bu ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucuları ve en eski azaları arasında yer alan Hüseyinzade Ali Bey, II. Abdülhamit’in siyasi baskılarına dayanamayarak Kafkasya'ya dönmek zorunda kalmıştır. Ali Bey'in İstanbul'dan ayrılması ile Askeri Tıbbiye önemli bir elemanını kaybederken, Kafkasya'ya gitmesi ile Kafkas Türkleri ve Umum Türklük çok şey kazanmıştır. Hüseyinzade Ali Bey, Türklüğe en faydalı, en verimli hizmetlerini şüphesiz ki Kafkasya'da iken gerçekleştirdi.
Ali Bey Kafkasya'ya gelir gelmez Kaspi gazetesinde yazmaya başladı. Azerbaycanlı liberaller ve bunların Bakü Duması'ndaki temsilcileri seslerini bu gazete ile duyuruyorlardı. Kaspi, o dönemde (19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başları) Rusça basılmasına karşı Azerbaycanlıların sahibi olduğu tek gazete idi. Kaspi'nin sahibi Zeynelabidin Tagiyev, editörü ise Rus liberalleri ile iyi ilişkiler içinde bir avukat olan Ali Merdan Topçubaşı idi. Kaspi, Tagiyev tarafından satın alınarak, Azerbaycan Türklerinin hukukunu savunan ve menfaatlerine hizmet eden, Rusça basılan bir Türk yayın organı haline getirildi. Yayın kadrosunda Hüseyinzade Ali Bey gibi devre ışık saçan birkaç Türk aydının da bulunması önemini daha da artırıyordu.
Ali Bey, Kafkasya'da iken Kafkasya dışında yayımlanan bazı gazetelere de yazı ve şiirler gönderiyordu. Nitekim Yusuf Akçura'nın "Üç Tarz-ı Siyaset" adlı makalesi Kahire'de basılan "Türk" gazetesinde yayımlandıktan kısa bir süre sonra aynı gazetenin 24 Teşrinisani 1904 tarih ve 56. numarasında Ali Bey Hüseyinzade'nin (A. Turani) imzalı ve "Mektub-ı Mahsus" adlı makalesi yayımlandı. Ali Bey, bu makalesiyle "Türk"ün 23 ve 24 numaralı nüshalarında yayımlanan "Üç Tarz-ı Siyaset" münakaşasına karışıyor ve "Türk" gazetesi başmuharririnin bazı görüşlerine katılmış gibi görünmekle beraber "Panislamizm" ve "Pantürkizm"e taraftar olduğunu anlatıyordu.
Bu sırada Ali Bey Hüseyinzade'nin de içinde bulunduğu bir heyet, Rusya'da Türkçe yayın yapan ilk günlük gazete özelliğini taşıyan "Hayat"ın yayın iznini almayı da başardı. Böylece "Hayat" gazetesi, Rusya inkılâbından sonra "Kaspi" matbaasında çıkmaya başlayan ilk gazetelerden biri olma özelliğini kazandı. Hüseyinzade Ali Bey, Azerbeycan’da bulunduğu sırada da Türkiye'ye büyük ilgi ve yakınlık duyuyordu. Dolayısıyla onun kontrolünde yayın yapan "Hayat" gazetesi, Türkiye Türkçesine çok yakın ve daha sade bir yol izliyor, Türkiye siyasi ve kültürel muhiti ile yakın paralellikler gösteriyordu.
"Hayat"ın iki maksadı vardı: Eskiyi yıkarak geri ve cahil muhiti geliştirmek, Osmanlı şivesini, başka bir değişle İstanbul Türkçesini, Azerbaycan'a sokmak. Kısacası Türkçülük yapmaktı. Bu gazetede Ali Bey'in "Türkler Kimdir ve Kimlerden İbarettir" yazısı, sanki Azerbaycan'a Azerbaycanlıları tanıtan ilmi ve siyasi nitelikli bir makale idi. "Hayat" 1905 yılında 131, 1906 yılında 194, olmak üzere toplam 325 sayı çıkmıştır. 1906'da 102. sayıdan sonra Ali Bey, tek kalmış, zaten kısa bir süre sonra da gazete kapatılmıştır.
"Hayat" gazetesinin kapatılmasından yaklaşık iki ay sonra, 1 Kasım 1906'da, yine Hacı Zeynelabidin Tagiyev'in mali desteği ile Hüseyinzade Ali Bey haftalık "Füyûzât" mecmuasını çıkarmaya başladı. 1906 yılında 6, 1907 yılında 26 olmak üzere toplam 32 sayı çıkan, edebi, fenni, siyasi, içtimai, müsevver (tasvirli, resimli) mecmua olan "Füyûzât"ın müdür ve başyazarı Ali Bey Hüseyinzade idi. Ali Bey Hüseyinzâde, "Füyûzât" mecmuası ile yeni edebi zevki ve gayeyi hayatileştirdi. İnfilak haline gelmiş bulunan bir hareketi idare etti. Ali Bey'in "Füyûzât" mecmuasındaki makale ve şiirleri büyük maharetle yazılmış eserlerdir. Yalnız bu yazılar "Füyûzât" mecmuasının süslerinden ibarettir. Faust'tan yapılan manzum tercümeler ve yayımladığı şiirlerin hepsi bu süs vazifesini gördüler. Makalelerinin ise daha çok içtimaî değeri vardı. Dolayısıyla Ali Bey Hüseyinzade bir edebi cereyana merkeziyet hareketi vermiş oldu.
"Füyûzât" kapandıktan sonra Ali Bey, "İrşad" (1908), "Terakki" (1908) ve "Hakikat" (1909) gazetelerinde çalıştı. Meşhur eseri olan "Siyaset-i Füruset" bu gazetelerin tefrika sütununda kısım kısım yayımlandı. Fakat bu eser, Ali Bey İstanbul'a döndüğü için tamamlanamadı.
Hüseyinzade Ali Bey, Azerbaycan’da bulunduğu süre içerisinde Azerbaycan Halkının geleceğini, haklarını savunmak için düzenlenen çeşitli kongrelere katıldı. Mesela 15 Ağustos 1905’te katıldığı kongrede, "Rusya Müslümanları İttifakı" adı altında ilk siyasi fırka teşekkül etti. Bundan sonra da kongrelere devam edildi.
Ali Bey Hüseyinzade'nin Kafkasya'da iken Azerbaycan Türklerine yaptığı bir diğer hizmeti de onların Bakü ve civarından uzaklaştırılmalarını önlemektir. Çünkü Türklerin milli bir kalkınma yolunda olduğunu sezinleyen Çarlık, bir süre Türkleri petrol bölgesi olan Bakü ve civarından uzaklaştırmayı düşünerek Petersburg'da toplantılar yapmıştı. Özellikle Ruslar ve Ermeniler, Kafkaslardan Türklerin uzaklaştırılmasını arzu ediyorlardı. Ancak Hüseyinzade Ali Bey, Ahmet Ağaoğlu ve Ali Merdan Topçubaşı, 35 gün devam eden Petersburg toplantısında başarılı savunmalar yaparak bu projenin uygulanmasını önlediler.
15 Kasım 1905'te ise Kafkasya'daki ilk Müslüman cemiyeti olan "Bakü Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi" kurularak çalışmalarına başladı. Hüseyinzade Ali Bey bu cemiyetin de kurucuları arasında yer aldı. Ayrıca o, Saadet Cemiyet-i İslâmiyesi tarafından açılan Saadet Okulu'nda müdürlük ve Türkçe öğretmenliği de yaptı.
Bu olaya tabii ki Türkiye ve Rusya'da meydana gelen siyasi gelişmeler sebep oldu. Çünkü Türkiye'de 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilân edildi. İttihat ve Terakki Cemiyeti egemen güç oldu. Bu durumun Azerbaycan üzerinde derin ve uzun süren sonuçları görüldü. İstanbul'daki yeni liberal rejim Türkçülüğün Osmanlı İmparatorluğu'ndaki öncüleri için serbest bir faaliyet ortamı oluşturdu. Artık diğer ülkelerdeki soydaşları da Türkçülerin ilgi alanına girmeye başladı. Osmanlılar nihayet Rusya'da Osmanlı topraklarındakinden fazla Türk yaşadığı gerçeğini fark ettiler. Dolayısıyla Azerbaycanlı aydınların kaymak tabakası, ideolojik eğilimleri ve edebi çalışmaları için ümit vaat eden bu ülkeye göç etmeye başladılar. Bu arada Rusya’daki baskılar da arttı.
Hüseyinzade Ali Bey de Bakü’den ayrılarak tekrar İstanbul’a geldi. 1910 yılında Askeri Tıbbiye'de cilt ve frengi hastalıkları klinik şefi olarak yeniden resmi görevine başladı.
İstanbul’a gelir gelmez doktorluk görevinin yanı sıra Türkçülük faaliyetleri ile de uğraşmaya devam etti. Onun, Ziya Gökalp'in aynı adlı şiirinden önce yazdığı "Turan" şiiri, bilindiği gibi ilk Türk birliği çağrısıdır. Bu şiire göre Hüseyinzade yalnız Türkçülük taraftarı değil, daha geniş olan Turancılık taraftarıdır. Zaten kullandığı nâm-ı müstear da "A. (Ali) Turanî" bunu göstermektedir. Hüseyinzade Ali Bey, Müslüman Türkler arasında ilk Turanî, yani "Panturanist"tir, denilse hata edilmemiş olur. O aynı zamanda harsî ve siyasî Türkçülük hareketinin Azerbaycan'daki ilk naşiridir.
Ali Bey, ayrıca, "Türkler Kimdir ve Kimlerden İbarettir" adlı makalesiyle sadece Azerbaycan’a Azerbaycanlıları tanıtmakla kalmadı, Türklerin ırk ve lisanlarına dair tetkiklerde bulundu. Türk kavimlerinin bir bütün ve birlik teşkil ettiklerini iddia ve ispat etti.
"Bize Hangi İlimler Lazımdır" adlı makalesiyle de bize muasır ilimler lazımdır diyerek asrilik, çağdaşlık telkin etti ve bu makalede Müslüman Türk kavimleri için bir esas olarak, "Türkleşmek, İslâmlaşmak, Avrupalılaşmak" icap ettiğini ve bunun bir zorunluluk olduğunu dile getirdi. O, birbirine zıt gibi görünen bu üç fikrin nasıl uzlaştırılabileceğini başarıyla anlattı. Çünkü sakin, barışçı ve telifçi zekâsı bütün yazılarında bu işi başarmasını sağlıyordu. Fransızca, Rusça, Farsça ve İngilizce bilmesi, ona Şark ve Garp hümanizmaları arasında mukayese yapmak ve milletimizin Garp milletlerinden farklı olarak iki medeniyete birden dayanması gerektiği fikrini ilham ediyordu. Şark ile Garp arasında köprü vaziyetinde bulunduğumuz için bunu zaruri görüyordu.
Panislâvizme karşı bir hareket olan Pantürkizm cereyanı da Hüseyinzade Ali Bey tarafından işlendi. O, siyasette Osmanlıcı idi. Osmanlı Türkçesine ve edebiyatına bağlı kaldı. Yıllar boyunca İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucu azası sıfatıyla Cemiyet içinde yer aldı ve Osmanlı siyasetinin sadık taraftarı oldu. Türkçülüğü en geniş ve hayali şekliyle "Turan" ideali olarak anlıyordu. Böylece “Turan” onda bir realite değil, fakat sırf entelektüel bir ideal olarak kalıyor ve asıl realite olan Osmanlı Devleti ile tezat teşkil etmiyordu.
O, ayrıca Ermeni militanlarının benimsedikleri Türkleri parçalama politikasına da karşı koydu. Fakat "Türk" dese "Pantürkist" diye; "İslâm"dan söz etse "Panislâmist" diye suçlandı. Hâlbuki bir siyasi birlik hareketini, maceraperest bir Pantürkizmi hiç savunmadı. Sadece geri kalmış hallerine bakıp "kendi nevinden olanların işbirliği ile" güçlenebileceklerini söyledi. Bu politika da en çok Ermenileri rahatsız etti.
O, yirminci asır Türkiye’sindeki milliyetçilik hareketinin önderleri arasında yerini aldı. Önce Azerbaycan'da sonra Türkiye'de büyük Türk birliği için hararetle çalıştı. Hatta bazı kaynaklarda Türkçülük hareketinin gelişmesini tayin eden sebeplerden biri olarak, Ali Bey Hüseyinzade, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu gibi şahsiyetlerin Rusya'da matbuat alanındaki hizmetleri gösterilmektedir. Bu tür yaklaşımlar Ali Bey'in Türkçülük fikrinin gelişimindeki rolünü göstermesi bakımından önem taşımaktadır.
"Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak" tezinin mucidi olan Ali Bey, hem dil bakımından hem de siyasi bakımdan çevreyi Osmanlılaştırıyordu. Makalelerini incelediğimiz zaman onun Türk, Türkçü hatta Osmanlıcı olduğunu anlayabiliyoruz. Bütün Türkler arasında Osmanlı Türkçesinin yayılmasını, bütün Türklerin edebi dilinin Osmanlı Türkçesi olmasını ister ve yazılarını oldukça temiz Osmanlı Türkçesi ile o zamanlar İstanbul'da muteber olan edebiyat-ı cedide üslubu ile yazardı. Siyaseten de Osmanlı Devleti'ni Osmanlı Türklüğünü müstakil Türklüğün nüvesi olarak görürdü.
O, Azerbaycan Edebiyatı'nın yönünü de Anadolu'ya çevirdi. Bu iki Türk ilinin tek bir dil ve kültür çatısı altında toplanması için çalıştı. Azerbaycan'da Türkçülük cereyanının güçlenmesine de sebep oldu. Azerbaycan Türklerinin Rusya ve İran'dan ziyade Türkiye'ye dönüp dil ve kültür itibariyle buraya yönelmelerini sağlamaya çalıştı.
Ali Bey'in Türk dünyasına yaptığı önemli hizmetlerden biri de Azerbaycan'da sıkça görülen Sünnî-Şiî ihtilafını önlemeye yönelik çalışmalarıdır. Çar Hükümeti ve İran, devamlı olarak Sünnî-Şiî çekişmesini körükleyerek korktukları Türk birliğini engelleme gayreti içinde idiler. Bu oyunu sezen ve Kafkasya Türkleri arasında Türk birliğini sağlamak için en çok çalışanlardan biri yine o oldu. Şüphesiz ki bu mesele Azerbaycan Türklüğü'nün büyük problemlerinden birisiydi. Bir zamanlar bu çatışmadan yararlanan İranlılar, bütün Azerbaycan'ı Farslaştırmaya uğraşmıştı. Ruslar ise Azerbaycan'a hâkim olunca bu çatışma ve düşmanlığı kışkırtarak devamlı birbirleri aleyhine düşmanlık eden bu iki İslâm fırkasının arasını açarak Türkleri zayıflaştırmaya ve bu sayede kendi hâkimiyetini kurmaya ve takviye etmeye çalıştı. Ali Bey, yazılarıyla, davranışlarıyla, konuşmalarıyla bu esassız ve manasız mezhep çatışmasının zararlarını, bundan düşmanların istifade edebileceğini belirterek ve ispatlayarak Kafkasya Türklüğünde birliğin sağlanmasına hizmet etti.
Ayrıca Hüseyinzade Ali Bey'in, Ziya Gökalp'te Türkçülük fikrinin uyanmasında çok büyük tesiri oldu. Bu tesirle olsa gerek ikisi arasında kuvvetli bir dostluk oluştu. Ziya Gökalp, 11 Ağustos 1919 tarihinden, 1 Nisan 1921 tarihine kadar Limni ve Malta'dan yazdığı çok sayıda mektuptan elli iki tanesinde Hüseyinzade Ali Bey'e selam göndermiş ve halini hatırını sormuştur.
Hüseyinzade Ali Bey Türk dünyasına ve Türkçülük fikrinin gelişmesine hizmetlerde bulundu. Bu sadece çıkardığı gazete ve dergiler ya da yazdığı yazılar yoluyla olmadı. O aynı zamanda dönemin bir özelliğinden olsa gerek pek çok cemiyet içerisinde de aktif rol aldı.
Mesela Ali Bey, Azerbaycan’dan 1910 yılında Türkiye’ye tekrar döndüğünde, 1908’de Türkiye'de Türk Milliyetçiliği esasına dayanarak kurulmuş olan ilk cemiyet özelliğini taşıyan "Türk Derneği"ne üye oldu. Sadece üye olmakla kalmadı. O, "'Türk Derneği"nin aynı adlı yayın organında ve diğer yayın organlarında çıkan yazılarıyla Pantürkizm'in hudutlarını çizdi ve bu ideolojiye yön verdi.
Türkçülük hareketinin ikinci önemli cemiyeti, 31 Ağustos 1911 tarihinde kurulan Türk Yurdu Cemiyeti'dir. Bu cemiyetin kurucuları Hüseyinzade Ali Bey, Doktor Akil Muhtar, Ahmet Hikmet (Müftüoğlu), Ahmet Ağaoğlu ve Yusuf Akçura'dır. Cemiyetin kurucularından olan Ali Bey aynı zamanda İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin de Genel Merkez (Merkez-i Umumi) üyesidir. Dönemin aydınlarından biri olarak Hüseyinzade Ali Bey, Cemiyetin yayın organı Türk Yurdu dergisi ile de ilgilendi. Başlangıçta, II. Abdülhamit döneminden kalma eski "Türkçüler" Velet Çelebi, Necip Asım, Mehmet Emin gibi şair ve yazarlar; 1908 İnkılâbı'ndan sonra Selanik'te oluşan milliyetçi çevrede yer alan Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Ali Canip gibi şahsiyetler; Rusya'dan gelen Kırımlı, Tatar ve Azerbaycan aydınlarından, Hüseyinzade Ali Bey, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Resulzâde, Ayaz İshaki, Halim Sabit, İsmail Gaspıralı gibi isimlerle ortaya çıkan Türkçülük hareketi "Türk Yurdu"nda geniş bir kadroya sahip oldu. Temel çizgisi Pantürkizm ve ilerlemecilik olan Türk Yurdu, Türk Ocaklarının kurulmasına paralel olarak fiilen onun yayın organı haline geldi. 1913'ten sonra İttihat ve Terakki'nin uyguladığı politika, dergide savunulmaya başlandı. Hüseyinzade Ali Bey ve Ziya Gökalp İttihatçı, oldukları için Cemiyetle, Dergi arasında organik bağ kurulmasına yardımcı oldular.
Türk Ocağı’nın kuruluş aşamasında Hüseyinzade Ali Bey'in adı her ne kadar geçmiyor ise de burada da etkin olduğunu gösteren bazı ipuçları bulunmaktadır. Türk Ocakları, İttihat ve Terakki karşısında bağımsız kalmak için fazlasıyla gayret göstermiş olmasına rağmen, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin giderek Türkçülüğe önem vermesi nedeniyle aralarında ideolojik bir kaynaşma gerçekleşti. Bu kaynaşmanın sonucu olarak Türk Ocaklarının ileri gelenlerinden Hüseyinzade Ali, Ziya Gökalp, Mehmet Emin (Yurdakul), Ahmet Ağaoğlu, Akil Muhtar, Kâzım Nami (Duru) gibi birçok kişi aynı zamanda İttihat ve Terakki'nin Merkez-i Umumî azası veya milletvekiliydiler. Zaten bu ideolojik ve organik bağ olmasaydı. 1913'ten sonra İttihat ve Terakki'nin her şeye hâkim olduğu dönemde Türk Ocağı ve Türk Yurdu varlığını sürdüremezdi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenlerinden olan Hüseyinzade Ali Bey, 11 Temmuz 1918'de yapılan Türk Ocakları Kongresi'nin son toplantısında gizli oyla yapılan seçimde yine Hars ve İlim Heyeti üyeliğine seçilmişti. Bu durum da Ocak ile Cemiyet arasındaki ilişkiyi göstermesi açısından önemlidir. Ali Bey, Türk Ocağı’ndaki devamlı sohbetleri, konferansları ve telkinleri ile gençleri etrafına topladığı gibi, Ziya Gökalp ile beraber o günün milliyetçilik hareketini canlandırıyordu.
Hüseyinzade Ali Bey; Türk Bilgi Derneği, Türk Derneği ve Türk Yurdu Cemiyeti'nin çalışmalarına da katkıda bulundu. Türk Bilgi Derneği'nin I.Dünya Savaşı yıllarındaki faaliyetlerine, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişkilerine ve Ali Bey'in bu dönemdeki rolüne işaret etmesi bakımından Yahya Kemal Beyatlı'nın "Siyasi ve Edebi Portreler" adlı eserindeki açıklamaları dikkate değerdir. Buna göre, Cihan Harbi yıllarında İstanbul'un düşman işgaline uğraması halinde alınacak tedbirler Hükümetin de bilgisi dâhilinde Bilgi Derneği'nde görüşülmüş birtakım tedbirler alınmıştır ki Hüseyinzade Ali Bey de bu faaliyetler içerisindedir.
Türk Ocağı tarafından çıkarılan önemli bir yayın organı da Halka Doğru dergisidir. Taşradaki halk ile aydınlar arasında bağlantı kurmayı amaçlayan bu dergi Türk milliyetçiliğine halkçı bir muhteva kazandırmıştır. 52 sayı çıkabilen bu dergide Hüseyinzade Ali, Halide Edip, Akçuraoğlu Yusuf, Ahmet Ağaoğlu, Tevfik Nurettin, Celâl Sahir, Hamdullah Suphi, Akil Muhtar, Ali Canip, Kâzım Nami, Köprülüzade Mehmet Fuat, Ziya Gökalp, Mehmet Emin, Aka Gündüz gibi dönemin bütün Türkçü aydınları yazı yazıyorlardı.
Elbette ki Ali Bey Hüseyinzade bir ittihatçı idi. Türk Derneği'nde, Türk Yurdu'nda, Türk Ocağı'nda, Türk Bilgi Derneği'nde, Halka Doğru dergisinde hep İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin prensipleri doğrultusunda, Cemiyet menfaatini ön planda tutarak çalıştı.
Ali Bey Hüseyinzade ayrıca “Kafkasyalılar Neşr-i Maarif Cemiyeti (1913-14)”, “Maarif Vekâleti Asâr-ı İlmiye ve Milliye Tedkik Cemiyeti (1916-17)”, “Meclis-i Alî-i Sıhhiye (Yüksek Sağlık Meclisi)” gibi daha pek çok cemiyette görev aldı. Türk-Macar Dostluk Yurdu Umumî Merkezi (1916) üyeliğinde bulundu. Balkan (1912-1913) ve Birinci Dünya Savaşı'nda (1914-1918) devamlı Kızılay hizmetinde çalıştı.
Bu hizmetlerinin yanı sıra Ali Bey, 21 Nisan 1916'da İstanbul'da kurulan Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer aldı. Ali Bey'den başka Dr. Esat Paşa, Hacı Evliya Efendi, İsmail Hakkı (Baltacıoğlu), Midhat Şükrü Bey gibi şahsiyetler de kurucu ve idareciler arasında yer alıyordu. Bu Cemiyet, Türk milliyetçiliği fikrinin eğitim alanında gelişmesini sağlamak amacını gütmekte idi. Bu maksatla, milli maarifi halkçılık prensibiyle uzlaştırmaya yönelik münazaralar düzenliyordu. Fakat asıl faaliyetini Mütareke yıllarında, Milli Mücadele (Müdafaa-i Hukuk) hareketine yardım eden "Milli Kongre"yi kurmak sahasında gösterdi. Gerçekten de Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti'nin başkanı olan Esat Paşa, bu görevinin de etkisiyle, aralarında Dr. Hüseyinzade Ali Bey’in de bulunduğu idare heyetinin diğer üyeleriyle birlikte 11 Aralık 1918'de Milli Kongre'yi kurmayı başardı.
Ali Bey, Teselya Muharebesi'nde olduğu gibi, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında da Tıbbiyedeki öğretim görevini bırakarak savaş alanlarında Hilâl-i Ahmer hastanelerinde çalışarak onurlu bir görevi ve yüce bir hizmeti hekim sıfatıyla yerine getirdi.
Onun yurtdışı faaliyetleri de vardı. 1915 ve 1916 yıllarında iki defa Turan Heyeti’nin mensubu olarak Avrupa’ya gitti. Hükümetler, milletler ve siyasi partiler nezdinde bazı teşebbüslerde bulundu. Bu görüşmelerde Ali Bey Hüseyinzade, Azerbaycanı; Akçuraoğlu Yusuf, Kazanı; Çelebizade Mehmet Esat, Kırım'ı; Mukimeddin Beycan da Türkistan'ı temsil etti.
1917’de Hüseyinzade Ali Bey daha önce de müteaddit defalar çeşitli yer ve zamanlarda yaptığı şekilde Stockholm’de toplanan Sosyalistler Kongresi'nde de çok önemli görüşler sundu. Bu kongrede Ali Bey, Türk Milleti'nin, Türk Devleti'nin haklarını bir kere daha Avrupa kamuoyunun gündemine getirdi ve yaptıkları hataları çekinmeden yüzlerine vurdu. İngiliz, Alman ve Fransız Sosyal demokrasi partilerinin çoğunun peşin hükümler ve önyargılara dayanan planlı bir Türk düşmanlığı yaparak hata ettiklerini belirtip, 1908'de II. Meşrutiyet’in ilânıyla önemli bir adım atıldığını İmparatorluk içindeki unsurların eşitliğine dayalı bir düzen kurulmaya çalışılırken buna yine emperyalist dünyanın engel olduğunu ifade etti. Avrupa Sosyalistleri'ndeki Türk korkusunun gereksiz olduğunu dile getirdi. Ayrıca Türkiye'nin dünya barışı için bir denge unsuru olduğunu vurguladı. Emperyalizmin ilerleyişinin Türkiye tarafından durdurulduğunu ve bu durumun da Doğu milletlerinin uyanmasına imkân hazırladığını gururla dile getirdi.
Hüseyinzade Ali Bey, özel bir görevle, Batum Konferansı görüşmelerinde de yer aldı. 11 Mayıs 1918 günü toplanan ve 15 Mayıs 1918'de esir değişimine ilişkin bir anlaşmanın imzalandığı, bundan sonra genel oturum yerine notaların tercih edildiği bu konferans çalışmalarında Ali Bey'in heyete yardımcı olduğu kendi anılarında da ifade edilmektedir. Neticede 4 Haziran 1918'de Batum'da müşterek ve münferit anlaşmalar yapıldı.
Birinci Türkoloji Kongresi, Bakü'de, 26 Şubat - 6 Mart 1926 tarihleri arasında yapılmıştı. Bu kongreye dünyanın birçok ülkelerinden ilim adamları gelmişti. Onlar arasında Türkiye'den gelen Ali Bey Hüseyinzade, Köprülüzade Fuat, Almanya'nın Kil (Strasbourg) şehrinden gelmiş Prof. Teodor Menzel ve Macar âlimi Mesoraj özel bir yer tutuyordu.
Bu şekilde ömrünü Türk milletinin, Türk dünyasının esenliğine adayanlardan biri olup durmaksızın gayret sarf eden Ali Bey’in çalışmaları, maalesef 1926 da sekteye uğradı. Çünkü bu yılın Haziran ayı içerisinde İzmir'de Gazi Mustafa Kemal'e suikast teşebbüsünün sorumluları ile birlikte İttihat ve Terakki cemiyeti mensuplarının bir kısmı da tutuklanmıştı. Eski bir İttihatçı olması ve Cavit Bey'in evindeki toplantıya katılmasından dolayı Hüseyinzade Ali Bey de tutuklananlar arasında bulunuyordu. Bu olayla ilgili İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı ve beraat etti.
Ali Bey siyasi faaliyetlerine paralel olarak Tıbbiye'deki asli görevini de başarıyla sürdürdü. 1926 yılında Müderris (Profesör) oldu. 1931'de emekliye ayrıldı. 1933'de yapılan Üniversite reformuna kadar Tıp Fakültesi'nde çalışmalarını sürdürdü. Yaşının ilerlemesine rağmen ilmi faaliyetlerden uzak kalmadı. 1930'da yeniden kurulan Deri ve Zührevi Hastalıkları Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer aldı.
Ali Bey, 1934 yılında soyadı kanunu yürürlüğe girdiğinde kendisine soyadı bulmakta zorluk çekmedi. "Turan" soyadını aldı. Onun için en uygun soyadı bu olabilirdi. Çünkü o, Turancılık fikrinin ilk taraftarlarından biriydi. Rusya Çarlığı tarafından desteklenen Panislâvizme karşı bu ideali savundu. Bütün Türk dünyasının Osmanlı Türkleriyle dil ve edebiyat bakımından bir kaynaşmaya doğru gitmesini özledi. Bunu gerçekleştirmeye çalıştı.
Ali Bey ömrünün son yıllarına kadar çalışmalarını sürdürdü. 1936 yılında Dolmabahçe sarayında yapılan III. Türk Dili Kurultayı'na üye olarak katıldı. O, bir yanlışlık eseri, İzmir suikastı davasında yargılanmış olsa da Atatürk'ün gerek şahsına, gerekse inkılâplarına hayranlık duyuyordu. Bunu her vesile ile izhar ettiği gibi Atatürk için yazdığı birkaç şiiri de vardır. 1926'daki Bakü I. Türkoloji Kongresi'ne Atatürk tarafından gönderildiği gibi, III. Türk Dili Kurultayı'na da yine Atatürk tarafından davet edilenlerden biriydi. Kurultay çerçevesinde yapılan bütün toplantılara katıldı.
Ölümünden iki ay önce meydana gelen Erzincan Depremi üzerine duygularını dile getiren bir şiir yazdı. Bu şiirin ilk bölümü şöyledir:
Erzincan'da bir kuş var
Dalda yuva arıyor
Kanadından kan sızar
Derde deva arıyor
Gördü feci bir ölüm
Irak yerden gelen var
Üzerinde kefen: Kar
Yarab nedir bu zulüm?
Erzincan’daki deprem dolayısıyla hayatını kaybeden insanların üzüntüsünü, kalbinin derinliklerinde duyan o hassas ve şair ruhlu adam, kısa bir süre sonra kalp hastalığından, 17 Mart 1940 Pazar günü İstanbul’da vefat etti. Naşı Karacaahmet Mezarlığı'nda Selimiye Tekkesi karşısındaki yerde Şair Nedim'in kabrinin yakınlarına defnedildi.