Mart 2008 - Yıl 97 - Sayı 247
"Türkü
çok seviyoruz ama Türk genini araştırmıyoruz;
yabancıların gen araştırmalarına
zihinlerimizi teslim ediyoruz. Hem bunun için, hem de milletin yükselmesi için
en önemli yollardan biri bilim olduğu, bu günün
ve geleceğin en önemli bilim
dallarından biri de genetik olduğu için bu
konuya milliyetçiler olarak özel önem vermemiz gerekiyor.”
Bu
ifadeler değerli bir
büyüğümüze ait. Büyüğümüz haklı; genetik bilimi geleceğin dünyasını ve insanlığını şekillendirecek.
Genetik şifreler tam olarak çözüldüğünde laboratuarlarda, sperm ve yumurta hücresi
bankalarını da dikkate aldığımızda,
belki de müşterinin
talep ve ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde
genetik ayıklamaya tabi tutulmuş laboratuar
insanları üretilebileceği gibi,
aynı zamanda hastalıklarla mücadelede belki de çok çok önemli mesafeler kat
edilecek, başarılar sağlanacak. Siz bir de laboratuar ortamında
sentetik gen üretilebildiğini
tasavvur edin (ki buna dair çalışmalarda da
önemli gelişmeler
kaydedildiği söyleniyor), geleceğin tüm bu imkânları insanlığın karşısına
yepyeni bir dünya çıkartacak. Böyle bir dünyada küçük bir akıl yürütmemiz
(teemmül etmemiz), eğer bu
süreç “değerler”in
tükenmesini de getirecekse (ki öyle görünüyor) bize, artık milletlerin de var
olamayacağını ihsas ettiriyor. İşte tüm bu bilimsel gelişmeler, belki de “Deccal”ın tanrılığını hatırlatmalı.
Bu
konular, “gelecek bilimi”, ilahiyat ve felsefenin alanına giriyor ve şimdilik kaydıyla biz bu konulara girmeyi düşünmüyoruz. Çünkü ister bilimi takdis edin,
ister tekfir; geleceğin
dünyasını büyük ölçüde ve belki de tamamen bilimin belirleyecek olduğunun çok kuvvetli işaretleri mevcut. Dolayısıyla hangi tarafta yer
alırsanız alın; yani ister yanında ister karşısında,
isterseniz tarafsız; yapılması gereken, bilimsel bilgiye hakim olmak. Çünkü
bilgi artık Türk milletinin kızıl elması olmak zorunda.
Bizim
üzerinde durmak istediğimiz asıl
husus, biyolojik bir anlamdan ve varlıktan daha çok, neredeyse tamamen içtimai(sosyal) bir varlık/olgu
olan millet vakıasına, genetik biliminin yeterli, mukni ve caiz bir çerçeve;
bir dayanak oluşturup oluşturmadığı olacak.
Bu hususu sorgulamak için, içinde bulunduğumuz verili
durumlardan da hareketle bazı soruları sormamız gerekiyor:
Örneğin, diyelim ki genetik araştırmalarımız bugün, Türkiye Cumhuriyeti
sınırları içerisinde yaşamakta olan
insanlarımızın aynı genetik yapıya sahip olmadıkları sonucunu verdi. Bu durumda
artık bir milletten bahsetmeyecek miyiz? Veya başka
bir şekilde bu araştırmalar, Türkiye coğrafyasında yaşayanların
aynı genetik şifrelere
sahip oldukları sonucunu vermekle beraber, bu sonuçların Türkiye dışında kalan Turan (kültürel ve tarihi) coğrafyasında bulunanlarla ortak olmadığı sonucunu verdi; bu durumda da Turan
davasından vaz mı geçeceğiz?
Aklımızı
başımıza toplamamız gerekiyor! Bir
milleti, hayvanlar âleminde geçerli olabilecek olan bir takım biyolojik faktörlerle
izah etmek, olsa olsa Darwinizm’in bir türevi olabilir.
Bir
milleti hayvanlar âleminde olduğu gibi,
genetik ortaklık değil, bu
boyutu aşan yüksek insanlık değer ve ülküleri oluşturur. Yani bir milleti; dil birliği, kültürel ortaklık, ortak tarihi hafıza (yani
ortak bilinç), ortak vatan duygusu, ortak bir gelecek tasavvuru ve birlikte yaşama iradesi oluşturur.
Teorik olarak bir milleti var eden tüm bu değerlerin
varlığı o toplumu mütekâmil anlamda bir
millet yapar. Bunlardan birinin veya bir kısmının eksikliği de bir toplumu hemen ve doğrudan “bir millet” olmaktan çıkarmaz. Ancak ve
önemle, örneğin teorik
olarak mümkün olmamakla birlikte, diğer bütün
faktörlerin varlığına rağmen, birlikte yaşama
iradesini çoktan terk etmiş insanlar
bir ülkenin vatandaş topluluğunu oluştururlar
ama bir millet teşkil
edemezler. Hatta yukarıda saydığımız bir
milleti teşkil ettiği düşünülen
faktörlerden, ortak dilin dahi bazı durumlarda bir millet teşkil edemediklerine de şahit olmaktayız. Örneğin; İrlandalılar
da İngilizce konuşmaktadırlar ama kendilerini İngiliz milletine ait görmemektedirler. Keza İngilizce konuşan
Amerikalılar da İngiliz
milletine ait değildirler.
Aynı şekilde İspanyolca ya da Portekizce konuşan Latin Amerikalı toplulukları, İspanyol ya da Portekiz milletinden saymak
mümkün olabilmekte midir? Ayrıca İspanyollarla
Portekizliler bir birlerinden ne kadar farklıdırlar? Burada asla bir milleti
oluşturmada dilin önemini hafifletiyor
değiliz. Tersine dil bazı durumlarda
diğer faktörlerden çok daha önemli
olabilmektedir. Ama dil meselesi, aynı zamanda emperyalist siyasi projelerin
birer aleti haline de gelebilmektedir. Nitekim “her dile bir millet, her
millete bir devlet” sloganı günümüzde, emperyalist emellerin aracı olarak küresel
güçler tarafından ustaca kullanılmaktadır. Nitekim ABD, İran’a yönelik harekâtında bu unsurlara ve
farklılıklara güvenmektedir.
“Dilde,
fikirde, işte birlik” doğrudur ve gereklidir. Bunun gereği her ne ise yapılmalıdır ve yapmalıyız. Çünkü
diğer faktörlerin yanında dil birliği de söz konusu olduğunda, mütekâmil anlamda bir millet teşekkül eder.
Bununla
birlikte, adeta; her devletin kendine ait bir milleti ve milliyetçiliği varmış gibi,
cari/verili bir durumla karşı karşıya olduğumuzu da
görmemiz gerekiyor. Aksi halde “dilde, fikirde, işte
birlik” ülküsünün en fazla karşılık bulduğu yerlerden birisi olan Azerbaycan’da dahi,
Azerbaycan Radyo Televizyon Kurumu’nun, Türkiye Türkçesi seslendirmeli film ve
dizilere sınırlama getiren kararını nasıl açıklayabiliriz!
Evet,
hiç şüphesiz “ortak soy, ortak dil,
ortak tarih, ortak vatan” ideal olandır. Ancak bunlardan birisinin ya da
bazılarının eksikliği, bir
millet olgusunu ortadan kaldırmadığı gibi,
özellikle aynı coğrafyada,
aynı tarih içerisinde, aynı kültürel hamurla yoğrulmuş ve insafla bakıldığında, aynı geleceğe
mahkûm fiili bir durumun varlığı da söz
konusu iken, millet tarifini adeta matematik bir denklemin soğukluğu ve katılığı içinde açıklamak, hem cari duruma hem de
içtimaiyat ilminin umdelerine aykırı bir durum arz etmektedir.
Ayrıca
milliyetçilik, milleti oluşturan
fertlerin ortak paydasını arttıran bir duygu, fikir ve tavır halidir. Bu ortak
paydayı azaltacak ya da çatlatacak olan içtimai etkileri akıllıca ve başarılı çözümlerle karşılayamayan; onları makul, mutedil ve yararlı
çözümlere tahvil edemeyen bir milliyetçilik, devlet ve yönetim anlayışı veya aydın tavrı, milleti çoğaltıcı değil,
azaltıcı etki yapar. Bu durumda bu tavrın yaptığı
iş, atamız Bilge kağan’ın “az milleti çoğalttım” düsturu ile de çelişir. Dolayısıyla milliyetçilik, bir yanıyla
“dilde fikirde işte birliği” gerçekleştirmeye
çalışırken, öbür yandan da
“kızlarımızın/kadınlarımızın başlarını
kapatma” isteklerine bırakınız hasmane tutum takınmayı, görmezden gelme
gafletini dahi gösteremez. Ve yine milliyetçilik cemaat ve tarikatları,
bulundukları alt içtimai konumdan, en üst içtimai konum olan millet aşamasına taşımaya çalışarak, yine bu şekilde
millet ortak paydasını çoğaltmaya
çalışır. Bu alt yapıları, milletin ve
devletin gücü, ülküsünün taşıyıcıları
olarak sevk etmeyi düşünür: tıpkı
Ahiyan-ı Rum’u, Baciyan-ı Rum’u, Cavlakları, Kalenderîleri, Melamileri ve Bektaşileri, İla-yı
Kelimetullah için harekete geçiren Osmanlı Türk’ü gibi.
Türk
milliyetçiliğini, millî
değerlerin üretildiği ve beslendiği
en önemli kaynak olan İslam’dan
ayrı düşünmek ve hele bu ikisi
arasında bir zıtlık varmış gibi;
millî olanla dinî olanı birbiriyle hiç ilgisi olmayan iki ayrı değer alanı gibi görmek, hassaten içinden geçmekte
olduğumuz sürecin hususiyetleri de
dikkate alındığında, Türk
milliyetçiliğine
verilecek en büyük zarardır. Çünkü soy birliği olmasına rağmen Macarlar ve Bulgarları Türk milletine dahil
edebiliyor muyuz? Biz istemediğimiz için değil, onlar
istemediği için; kendilerini farklı
gördükleri için. Aynı şekilde
özbeöz Türk soylu olmalarına rağmen, mübadelede Yunanistan’a göçerek Türk
Ortodoksluğunu cemaatsiz bırakan
Karamanlı Türklerini nasıl açıklayacağız? Kimse
bu olayı derin devlet politikası olarak açıklamasın çünkü öyle değil.
Bu
açılardan, Türk milliyetçiliğinin
tarihinden bahsederken ortak tarihi ve kültürü ıskalamak, fikrî beslenme kaynaklarından ya da
önderlerinden bir liste oluştururken de
İslamla olan kişisel sorunlarınızdan hareketle bu listede,
Enver paşa, Mehmet Akif, Filibeli Ahmed
Hilmi, Said Halim Paşa, Nurettin
Topçu, Samiha Ayverdi, Fethi Gemuhluoğlu, Necip
Fazıl ve S. Ahmed Arvasi’ye yer vermemek, Türk Milliyetçiliğinin bir tavrı olamaz.
Ayrıca
ve önemli olarak, , hem Gökalp’ı referans alıp, hem de Gökalp’ın her ne kadar tartışılır olsa da “medeniyet” ve “hars” ayrımına “el
Fatiha” dedirtecek şekilde,
“opera, operet, senfoni” gibi Batı orijinli güzel sanat ürünlerini tasvip ve
takdir ederken; meseleyi sanatların evrensel gücünün ötesine taşıyarak, bu sanatlara modernist bir misyon
yüklemek, kanaatimizce sağ olsaydı
herkesten önce Ziya Gökalp’ın tepkisiyle karşılaşırdı.