Ocak 2009 - Yıl 98 - Sayı 257
Yunanistan günlerden
beri derin bir karmaşanın içerisinde
sürüklenip duruyor. 16 yaşında bir gencin polis kurşunuyla ölmesi sonucu başlayan olaylar önlenemiyor.
Başta Atina olmak üzere, büyük şehirlerde bankalar, mağazalar yağmalanıyor; okullar ve çeşitli kamu kuruluşları işgal ediliyor, araçlar
yakılıyor. Gösterilere katılanların yaş ortalaması genellikle
çok düşük; göstericilerin öğretmenleri ve velileri tarafından takdirle izlenip teşvik görmeleri ilginç bir tablo oluşturuyor.
Yunan Hükümetinin
olayları durdurmak için etkili tedbir almaması, polisin seyirci pozisyonunu
ısrarla sürdürmesi sonucu genişleyen olayların nerede
duracağını kimse bilemiyor. Açıkçası Yunanistan neyi
amaçladıkları belirsiz bir grup gencin insafına kalmış görünüyor. 1974 de Albaylar cuntasının devrilmesinden sonra
demokratikleşme adına yapılan radikal
düzenlemeler ve bunların toplum hayatındaki sonuçları dikkate alındığında bugün yaşananların aslında şaşırtıcı bir yanı olduğu söylenemez.
Askerî diktatörlüğün bir daha yaşanmaması için bir yandan
silahlı kuvvetler bünyesinde köklü düzenlemeler ve tasfiyeler yapılırken, diğer yandan polisin görev ve yetkileri olabildiğince kısıtlandı. Toplumda polisin imajı ve itibarını
yitirecek derecede sert bir kampanya yürütüldü. Başta üniversiteler olmak üzere eğitim
kurumlarına polisin girmesi neredeyse imkânsız hale getirildi. Sonuçta
denetimsiz hale gelen ve kontrolden çıkan okullarda öğrenciler kesin egemenlik kurdular. Her fırsatta idareyle
çatışan ve her seferinde dediklerini yaptırma imkânı
bulan bu genç insanlar, sudan sebeplerle okullarına el koymayı, işgal etmeyi, eğitimi engellemeyi alışkanlık haline getirdiler.
Bunun sonucu dersler doğal olarak aksadı. Öğretmenler bu durumu kanıksadılar; öğrencileri kendi hallerine bırakmayı tercih ettiler. Böylece
sınıfta kalma olayı ortadan kalkmış oldu ve eğitimin kalitesi önemli ölçüde düştü.
Bu ülkede ortaya çıkan
kaotik durum kesinlikle rastlantı değildir. Yunanistan 80’lerden
bu yana AB’den sağladığı geniş maddî imkânlara,
siyasal ve sosyal desteklere rağmen hem sosyo-ekonomik
bakımdan hem de toplumsal psikoloji açısından ciddî bir kriz yaşıyor.
Gelir dengesi bozulmuş, AB fonları Brüksel’in defalarca tepki göstermesine rağmen, siyasî nüfuz ve sahte belgeler kullanılmak suretiyle yağmalanmış, sanayi büyük ölçüde
çökmüş, üretim kabiliyeti bulunmayan bir yapı oluşmuştur. Belirli bir azınlığın elinde tuttuğu denizcilik ve finans
imkânlarıyla turizm bir yana bırakılırsa, Yunan ekonomisi belki de hiç bu kadar
zaaf içine düşmemişti.
Tıkanan eğitim sisteminde yetişen gençlerin devlete,
düzene, başta asker ve polis olmak üzere devlet
kurumlarına nefret derecesinde tepki duymaları, mahiyetini tam olarak
algılamadıkları, ancak özenti şeklinde yöneldikleri
nihilist eğilimlerle anarşizme kaymaları doğal bir sonuçtur.
Bu eğilimler ortaya çıkarken, demokratik ortam oluşuyor mülahazası ile endişeye mahal olmadığını savunan politikacılar, yöneticiler birbirleriyle yarışırcasına 1974 den bu yana devletin itibarını kırmak,
kurumların içini boşaltıp işlevsiz kılmak için adeta seferber oldular. Sonuçta hareket
kabiliyeti bulunmayan, etkinliğini yitirmiş felçli bir yönetim yapısının oluşumunu hazırlamış oldular.
Yunanistan’da devlete ve
kurumlarına karşı tavır almak, eylem
yapmak, aşağılamak doğal karşılanıyor. Kamu çalışanlarının sık sık grev yapmaları, bu sırada hayatın durması,
ortaya çıkan sosyal ve ekonomik zararlar demokrasinin gereği sayılıp sineye çekiliyor. Son olaylarda ortaya çıkan maddî
zararın bilânçosunun bir milyar Avro’yu geçtiği
söyleniyor.
Psikolojik bakımdan
gergin ve sıkıntılı olan toplumu, özellikle gençleri motive eden başlıca unsur yaygın Türk düşmanlığı ve Türkiye’den gelebileceğini
düşündükleri saldırı ihtimalidir. Bu travmatik ruh
hali son yıllarda eskiye göre gevşemiş görünse bile, Yunanistan’ın genel politikalarında ve
savunma harcamalarında hâlâ kendini hissettiriyor.
Atina’nın bir semtini
mekân tutan ve “anarşistler” diye tanımlanan grubun başlattığı eylemler gün geçtikçe yozlaşan,
çözülen toplum yapısının ve özellikle gençlik kesimlerini sarmalayan hastalıklı
ruh halinin oluşturduğu ortamda kitlesel destek buluverdi. Olayları önlemekle
yükümlü polis göstericilerin hedefiydi, hasım sayılıyordu. Bu yüzden hükümetin de
yönlendirmesiyle etkili önlemler almak yerine, gelişmeleri izlemeyi tercih etti. Hem hükümet hem de polis şefleri göstericilerin yorulup usanacaklarını, olayların tavsayacağını düşündüler. Ancak bu
hesapların tutmadığı, Yunanistan’ın maddî
ve manevî büyük zarar gördüğü, devletin yanı sıra
iktidarın da önemli ölçüde yıprandığı, yara aldığı ortadadır. Bu gelişmeler sonucu ülkede yakın
dönemde siyasî bir krizin yaşanması güçlü bir
ihtimaldir.
Yunanistan’da yaşananlardan kendi hesabımıza çıkarmamız gereken önemli
dersler var. Ülkemizde 1980 öncesinde benzer davranışları sergileyen solcu militanların günümüzdeki uzantıları
büyük bir özlemle Yunanistan’daki tablonun ülkemizde de yaşanmasını istiyorlar. Bu hayallerinin gerçekleşeceği ümidiyle birkaç cılız
gösteri yaptılarsa da destek ve katılım sağlayamadılar. Başarısızlıklarının nedenini doğru
okumak, ideolojik zaaflarını, görüşlerinin geçersizliğini kabullenmek yerine, toplumu gerekli duyarlılığı ve ilgiyi göstermemekle suçlamaya kalktılar. Neyse ki
yıllardır sürdürdükleri bütün çabalara rağmen devletimizin
kurumsal yapısı ayakta duruyor; bazı aksamalar olsa bile esas itibariyle işliyor, yasalar uygulanıyor. Başka
bir ifadeyle sol ve neo liberal çevrelerin demokratikleşme iddialarıyla devleti olabildiğince etkisiz kılmak, ıslah ediyoruz diye kurumları felç edip
işlemez hale getirmek başta güvenlik güçleri ve polis olmak üzere görevlerini yapmaya
çalışan insanları peşinen
suçlu ve sorumlu ilan etmek yönündeki çabaları başarılı
olsaydı Yunanistan’daki karmaşanın Türkiye’de de
tekrarı kaçınılmaz hale gelirdi.
Yunanistan’daki olaylar,
birey-devlet ilişkileri, bireyin hukuk
alanı ile devletin görev ve yetkileri, egemenliğinin
kapsamı gibi konuların bir kere daha hatırlanmasına vesile olmalıdır. l980
öncesinde genellikle Marksizm’den esinlenen solcu çevreler, “demokratik devrim” jargonuyla devleti
hedef almışlar, seçim yoluyla başarılı olamayacaklarını gördüklerinden illegal yollardan
darbe yaparak iktidarı ele geçirmek amacıyla yoğun
çaba harcamışlardı. Aradan otuz-kırk
yıl geçince yaşananlar önemli ölçüde
unutuluyor, hatırlayanlar azalıyor. 12 Eylülden sonra doğanlar bile orta yaş dönemlerine girmek
üzereler. Oysa bugünü doğru algılamak için yakın
geçmişin iyi bilinmesi, bazı olayların sorumlularının
unutulmaması gerekiyor.
Millî demokratik devrim
iddiasıyla Türkiye’de BAAS tipi sosyalist bir rejim kurmak isteyen, sivil ve
asker kesimlerden örgütlenen dönemin militan eylemcilerinin büyük bölümü
günümüzde başta basın ve
televizyonlar olmak üzere, stratejik yerleri kontrollerine almış bulunuyorlar. Aralarında TÜSİAD’a
kayıt yaptıracak kadar servet sahibi olan, zenginliklerini medyaya aktararak
idealleri yönünde kullanmaya çalışan zengin iş adamları bile çıktı. Bunların cümlesi geçerliliğinin kalmadığını gördükleri eski sol
söylemlerini çoktan bıraktılar. Bütün Dünya’da ve Türkiye’de itibarlı olan
kavramları, demokratik ve liberal değerleri bir maske gibi
yüzlerine örttüler; dillerine, kalemlerine doladılar. Oysa l980 öncesinin
gazete arşivlerine bakıldığında tıpkı bugünkü Yunan göstericileri gibi devleti baş düşman ilan ettikleri,
yerine kendi düzenlerini kurmak amacıyla yıkmaya çalıştıkları, Fatsa’da, TARİŞ’te, eski 1 Mayıs
Mahallesi’nde devlet güçleriyle çatışmaya girecek derecede
silahlandıkları, toplumu inanç ve etnisite üzerinden kışkırtarak ayrıştırmak istedikleri
açıkça görülür.
O günlerden bugüne çok şeyler değişti. Dolayısıyla ne Sovyetleri model alan komünist düzen
heveskârlarının ne de BAAS tipi sosyalist rejim sevdalılarının eski iddialarını
tekrarlama güçleri kalmadı. Değişmeyen tek şey bu eski sol
eylemcilerin devlete karşı husumetleri.
Kendilerince kurnazlık yapıyorlar; esas duygularını niyetlerini demokrasi ve
liberal değerlerle ambalajlayıp gizleyerek sunmaya
çalışıyorlar. Bunu yaparken hafızaların zayıflığına ve medyadaki güçlerinden kaynaklanan propaganda
imkânlarına güveniyorlar. Aslında haksız da sayılmazlar. Toplumumuz özellikle
aydınlarımız bu çevrelerin yıllardan beri oluşturduğu psikolojik bombardıman ortamında doğruları tespitte zorlanıyor.
Ulus devlet, üniter
yapı, millî kimlik, millî değerler bu sistematik
psikolojik saldırının başlıca hedefi yapılıyor.
Sık sık düzenledikleri imza kampanyalarıyla gündemi yönlendirmeye, yöneticileri
etkilemeye çalışıyorlar. Etnik ve bölücü
Kürt milliyetçiliğinin, PKK’nın en büyük
destekçisi olan bu çevreler son günlerde yeni bir rezilliği sergilemeye başladılar. Ermenilerden
özür dileyen bir açıklamayı imzaya açtılar. Aslında imzalayanların
zihniyetlerine, kimliklerine ve geçmişlerine bakıldıklarında
bu girişimin şaşırtıcı bir tarafı yok. Ancak hem ülke içinde hem de yakın
ilişki ve işbirliği halinde oldukları dış ülkelerdeki bağlantılarıyla gündemde oluyorlar. Buna karşılık onlardan tamamen farklı düşünen Türk toplumunun büyük çoğunluğu organize olmayı beceremediğinden,
birliktelik kuramadığından en önemlisi Nevzat
Kösoğlu’nun tespitiyle “iman zaafından” sesini duyuramıyor, etki sağlayamıyor. Sonuçta Ermeni diasporasının ve Erivan’ın
yıllardır yürüttükleri girişimlerle sonuç
alamayacaklarını, Türkiye’nin gücünü kıramayacaklarını anlayarak anlaşma zemini aradıkları bir ortamda, imdatlarına bu “Türkiyeli sözde aydınlar” yetişiyorlar; tarihi tıpkı Ermeniler gibi tek yanlı okumak
suretiyle “devam edin, yanınızdayız” mesajını
veriyorlar.
Oysa bu çevrelerin
husumet hedefi yaptıkları devlet insanlık tarihinin en eski, en kapsamlı sosyal
ve siyasal organizasyonudur. Bu en büyük çaplı teşkilatlanma
toplumların anlayış ve fikirlerine göre
farklı biçimlerde oluşmakla beraber işlevi aynıdır. Kamu düzeninin sağlanması, insanların arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi ve bu ortamı kurmak için hazırlanan
yasaların uygulanması devletin başlıca görevleridir.
Devletin egemenliği yani bireyin temel hak ve özgürlükleriyle devletin görev
ve yetkilerinin sınırlarının belirlenmesi çağlar boyunca hep tartışılmıştır. Ancak özellikle son
dönemlerde bireyin devlet karşısında güçlendirilmesi,
korunması, bireysel hukukun kâmil anlamda kapsamlı şekilde kullanılabilmesi gibi hususlar çağdaş demokratik devlet
anlayışının vazgeçilmez esasları olarak kabul
görüyor. Bu ortamın eksiksiz oluşumu için yoğun çaba gösteriliyor. Demokratik düzenin varlığı bu açıdan vazgeçilmez şartların başında geliyor.
Türkiye’nin demokratik
tecrübesi pek çok ülkeye nazaran hayli eskidir. Buna rağmen kuşkusuz henüz eksiklerimiz
giderilmiş değil; daha atılması
gereken adımlar var. Ancak Yunanistan’daki olaylar şunu açıkça gösterdi ki demokrasi ucu açık kontrolsüz ve başıboş olduğu zaman karmaşa ve hatta kaos
kaçınılmaz hale gelir. Üstelik özgürlük ortamını ideolojik ve politik amaçları
için kullanmak üzere hazır bekleyen fanatikler olunca bu tehlike daha da büyür.
Devletin varlığı yasaların uygulanması ve kamu düzeninin sağlanması hususunda vazgeçilmez bir zarurettir. Devlet ne
adına olursa olsun, hasım ilan edilirse içi boşaltılarak
şekil ve tören unsuru haline getirilirse ne kamu
düzeni kalır ne de yasaların anlamı; sonuçta düzenin demokratik esaslar
üzerinde devamı imkânsız hale gelir. Yunanistan’daki olaylar bu gerçeklerin bir
kere daha görülmesine, düşünülmesine vesile olması
açısından yararlı olmuştur.