Geçen yıl
bu günlerde ülke gündeminin en önemli konusu ileriki aylarda yapılacak
seçimlerdi. Özellikle cumhurbaşkanlığı seçiminin siyasi tansiyonu olağanüstü
yükselterek dengeleri sarsmasından, sonuçta rejim krizine yol açmasından endişe
ediliyordu.
Yılbaşından
itibaren konuya ilişkin tartışmalar
giderek şiddetlendi, polemikler genişledi ve sonunda başlıca
anayasal kurumların taraf haline geldikleri görüldü.
Bu karmaşa sırasında
bazı hukukçuların toplantı yeter sayısına ilişkin görüşleri ilk başlarda kabul
görmedi ve hatta dikkatlerden kaçtı. Bu görüştekiler meclis iç tüzüğünü ve
anayasanın ilgili hükümlerini farklı yorumluyorlar, toplantı yeter sayısı için
367 üyenin salonda bulunmasının şart olduğunu
savunuyorlardı. Cumhurbaşkanlığı seçimine
geçilirken CHP’nin yanı sıra, makama AKP’li birisinin seçilmesine karşı olan
çevrelerin ve bazı anayasal kurumların bu tezi benimseyip savundukları görüldü.
TBMM’nde ilk turlarda katılımın 367 sayısının altında kalması üzerine, CHP
Anayasa Mahkemesi’ne müracaat etti ve dilediği yönde bir karar alınmasını sağladı. Bu
karar hem yüksek mahkemenin kendi içinde hem de kamuoyunda tatminkâr bulunmadı;
yoğun tartışmalara yol
açtı. Yüksek Mahkemenin kararı sonuçları açısından yasama organının işlevi olması
gereken bir hususta hüküm niteliğini taşıyor, çoğunluğun azınlığın
iradesine teslim edilmesi anlamına geliyordu. Başka bir ifadeyle cumhurbaşkanlığı seçiminde
183 milletvekilinin “hayır” demesi
durumunda meclis kilitleniyor, cumhurbaşkanı seçemez duruma geliyordu.
AKP’nin yoğun eleştirilere
maruz kalan bu karara cevabı seçimleri erkene almak oldu. Böylece CHP’nin hukuk
platformunda, yargıdaki etkinliğine karşı erken seçim kararıyla, meseleyi
güçlü olduğu ana yani
siyasal zemine taşımış oldu.
Gündem doğal olarak
değişti;
dikkatler seçimlere odaklandı. 27 Nisan deklarasyonu başta olmak
üzere, kritik görünen konular arka plânda kaldı.
22 Temmuz
seçimlerinde CHP ve sol çevreler derin bir hayal kırıklığı yaşarken AKP ile MHP başarılı oldular. AKP elde ettiği 340
milletvekiliyle hükümeti rahatlıkla kurabiliyor, ancak Anayasa Mahkemesi’nin
yürürlükteki kararı bağlamında
cumhurbaşkanını
seçemiyordu. Aşılmaz
görünen bu engel MHP’nin Meclis’e girme kararıyla geçildi, düğüm çözüldü.
MHP’nin bu
tutumunu başta CHP
olmak üzere bazı çevreler tepkiyle karşıladılar. Aradan aylar geçmesine rağmen eleştirilerini
yoğun şekilde
sürdürüyorlar. Ancak karar kısa vadeli siyasi hesaplar ve particilik açısından
uygun görünmese bile, ülke çıkarları düşünüldüğünde ,doğru bir
tercih yapıldığı görülür.
Başka bir
ifadeyle MHP partizanlık yapmadı, kararını sorumluluk bilinciyle verdi; ülkeyi
yeni bir seçim anaforuna sokmamak suretiyle bir yandan muhtemel bir ekonomik ve
siyasal krizi engellerken diğer taraftan demokratik düzenin doğal
yörüngesi üzerinde devamını sağlamış oldu.
340
milletvekilinin desteğiyle
hükümeti kuran ve belirlediği adayın Cumhurbaşkanı seçilmesini sağlayan AKP,
ikinci iktidar dönemine daha güçlü bir siyasal zemin bularak başladı.
Önceki dönemde Çankaya’nın karar ve icraatlarını engellediğine ilişkin şikayetlerinin
gerekçeleri artık söz konusu değil. Herhangi bir başarısızlık
durumunda bütün sorumluluğu üstlenmiş bulunuyor.
22
Temmuzdan bu yana altı ay geçti. Aslında mevcut iktidarın devamı olsa bile, her
yeni kurulan hükümet için ilk 180 gün kritik bir dönemdir. Yeterli hazırlığı, geleceğe ilişkin
tasavvurları (vizyonu) olmayan, tespitlerini doğru yapamayan, projelerini
uygulayacak nitelikli politik ve bürokratik kadroları oluşturamayan
bir hükümetin ilk aylarda kararsızlık ve bocalama süreci yaşaması
kaçınılmazdır. Daha sonra dağınıklığı telafi
etmek, toparlamak çok zor olur. Üstelik belli bir süre sonra iktidar yorgunluğu ve siyasi
yıpranmalar baş gösterir;
muhalefet giderek güçlenir.
AKP ikinci
iktidar dönemine başlarken
eylem plânını doğru yapmak
ve üzerinde yoğunlaşacağı
meselelerin öncelik sıralamasını net şekilde belirleyerek bunlara
yönelmek zorundaydı. Bu tarz bir değerlendirme bağlamında iki
temel konu öncelik kazanıyor, açık arayla diğer bütün meselelerin üzerinde yer
alıyordu:
a-
Etno
milliyetçi Kürtçülük ve PKK terörü
b-
Ekonomi
2007 yılı
ekonomik çevrelerin ortak kanaatine göre ülkemiz için kayıp bir yıl olmuştur. Örtülü
tarzda uygulanan seçim ekonomisi bütçe dengelerini bozmuş, son
yıllarda görünmeyen bir açığın oluşumuna yol açmıştır. Büyüme
hızının %5 in altına düşmesi, yükselen
petrol fiyatları ve kuraklığın da etkisiyle enflasyon hedeflerinden
sapılması, cari açığın Dünya
Bankası’nın ikaz ihtiyacı duyacağı kadar kritik boyutlara ulaşması yaşanan
sıkıntıların makro plândaki görüntüleridir. Bunların yanı sıra Dünya
ekonomisinde ve özellikle ABD’de baş gösteren kriz nedeniyle ekonomik
sıkıntılarımız giderek derinleşiyor. Problemlere çözüm bulmak için bir an önce
gereken yapısal reformlar, yasal düzenlemeler, köklü önlemler sadece konuşuluyor.
Ekonomideki sıkıntılar hızla sosyal alanlara kayıyor ve buralardaki mevcut
problemleri tetikliyor. Sonuçta toplumun psikolojisi, moral yapısı alt üst
oluyor. Bugün her üç üniversite mezunundan birinin işsiz ve
çaresiz olması aileleriyle birlikte karamsarlığa ve çileye dönüşüyor. Değerler,
inançlar ve ölçüler sarsılıyor. Uyuşturucu kullanımı okul çağındaki
çocuklar arasında endişe verici
bir hızla yaygınlaşıyor. Özel
sektörün borçları hızla artarken çaresizlik içinde kıvranan yurttaşların kredi
kartı borçları patlama noktasına doğru kabarıyor. Suç oranlarındaki
artış, olayların
giderek organize şekilde genişlemesi, büyük
şehirlerin
geceleri sokağa çıkamaz
hale gelmesi sosyo-ekonomik problemlerin vahametini gösteren çarpıcı ve düşündürücü
örneklerdir.
Önem
sıralamasında ilk sırada yer alması gereken diğer konu etno-milliyetçi
Kürtçülük ve PKK terörüdür. Cumhuriyet döneminin bu en büyük iç gailesine 22
Temmuzdan sonra yeni bir unsur daha eklendi. Terörist başının
talimatları doğrultusunda
belirlenen isimler bağımsız
olarak seçilip Meclis’e girdiler; DTP çatısı altında grup oluşturdular.
Böylece dokunulmazlık zırhıyla ve grup olma imkânlarıyla daha rahat konuşma, çalışma ve ilişki kurma
ortamı sağladılar.
Omurgasız
ve kimliksiz olmayı bir Dünya görüşü ve hayat felsefesi olarak
benimseyen “Türkiyeli aydınlar” başta olmak
üzere, bazıları DTP’nin Meclis’e girmesinden büyük mutluluk duydular. Bu gelişmenin
problemin çözümüne olumlu katkı yapacağını, DTP’nin Meclis’te bulunmasıyla
meseleleri siyasî zeminde konuşma imkânı bulacaklarından silahı
bırakacaklarını kesin bir dille ilân ettiler.
Ancak bu
çevreler Devlet’in bazı yükümlülükleri yerine getirmesi gerektiğini sık sık
tekrarlıyorlar. Bunlara göre Kürtlerin kimliklerini, dillerini, kültürlerini
özgürce yaşayıp geliştirecekleri
yasal ortam zaman kaybetmeden hazırlanmalı. Daha açık bir ifadeyle kimlikleri
resmen tanınmalı, bu cümleden Kürtçe okullarda ders olarak okutulmalı,
televizyon yayınlarında süre sınırlandırılması kaldırılmalı, yerel yönetimlere
geniş yetki ve
inisiyatif bırakılmalıdır. Ne var ki DTP seçimlerden bu yana sempatizanlarına
ve yandaşlarına bir
bakıma ihanet ediyor; bu çevrelerin görüşlerinin, önerilerinin tümüyle yanlış ve
geçersiz olduğunu
gösteren politikaları ısrarla sergiliyor.
İlk başlarda PKK
ile DTP arasında yaşanır gibi
olan temsil karmaşası, Apo’nun
direktifleriyle aşıldı. Farklı
eğilimler
sergilemeye özenen bazı vekillere kontrolün kimde olduğu kısa
sürede gösterildi. Biat kültürünün egemen olduğu, Apo’nun her vesileyle
yüceltildiği bir
yapılanmada bu durumun şaşırtıcı bir
yanı yoktur.
DTP’li
milletvekili ve yöneticiler PKK ile irade ortaklıklarını sık sık açıklıyorlar,
eylemlerini savunuyorlar, terörist başını her vesileyle selamlıyorlar,
devlete ve yasalara fütursuzca meydan okuyorlar.
PKK’nın
geçen yılın ilkbahar aylarında başlattığı eylemler yaz aylarında yoğunlaştı ve
sonbaharda Dağlıca
saldırısıyla doruğa ulaştı. Doğrudan
Türkiye’nin güvenliğine, istikrarına
ve ülke bütünlüğüne yönelik
bu saldırılara karşı yükselen
toplumsal tepkiler ve öfke, kamuoyundaki genel beklenti Kuzey Irak’taki
terörist barınaklarını hedef alan geniş bir askerî harekâtın gecikilmeden
yapılmasını zarurî kılıyor. Ancak hükümet sınır ötesi operasyon yetkisini içeren
tezkereyi Meclis’ten geçirmeyi ve bu karara dayanarak askere talimat iletmeyi
muhtemelen ABD ile mutabakat sağlama ihtiyacını duyduğundan ağırdan aldı.
Birkaç aylık gecikmeden sonra Aralık ayında havadan başlatılan
operasyonların PKK’yı ne derece hırpaladığı, kış şartlarında
karadan yürütülmeye çalışılan
arama-taramaların ne sonuç verdiği bilinmiyor. Ancak DTP’lilerin kışkırtıcı
tavırları örgütün silah bırakmak ve yöntem değiştirmek
niyetinde olmadığını ortaya
koyuyor. Buna karşılık
konunun önemiyle orantılı çok yönlü ve geniş kapsamlı bir plânımızın bulunmadığı,
olayların akışına göre
günübirlik tepkisel tavırlarla problemin geçiştirilmeye çalışıldığı görülüyor.
Meselenin özüne nüfuz edemeyen yüzeysel ve günübirlik yaklaşımlarla
problemler doğal olarak
çözümlenemiyor. Etno-milliyetçi Kürtçülük ve PKK terörü hız kesmeden sürüyor.
Bunun yanı sıra ülke ekonomisinde giderek yerleşik hale gelen, çeşitli
sinyallerle varlığını
hatırlatan sıkıntılar hızla sosyal alanlara doğru genişliyor.
Hükümetin
öncelikleri belirleme konusundaki yaptığı stratejik yanlış sonucu
seçimlerden hemen sonra Anayasa değişikliği gündeme
alındı ve tartışmalar başladı.
301.madde ise zaten yıllardır bilinen iç ve dış merkezlerin çabalarıyla
gündemden düşürülmemeye
çalışılıyor. Son
aylarda yeniden ısıtılarak ön plana çıkartılan bu konuda ilginç bir tablo
sergileniyor. Ermenistan, PKK, Kıbrıs Rum Kesimi gibi husumet merkezleri, Türkiye’den
beklentilerini sıralarken, ısrarla bu maddenin kaldırılmasını istiyorlar. Bu
ortaklaşa isteğin esasında
bir kapı aralamak anlamına geldiği, değişikliğin ardından
Ceza Kanunu’nun, millî kimliğimizi, birlik ve bütünlüğümüzü
koruyan diğer
maddelerine hep birlikte saldıracaklarından, ustaca kullandıkları demokrasi ve
çağdaşlık retoriği ile
ülkemizin savunma mekanizmalarını ortadan kaldırmak isteyeceklerinden kimsenin
kuşkusu
olmasın.
Aslında 82
Anayasası’nın birçok maddesinin değiştirilmesi gerekiyor. Nitekim
önceki yıllarda çeşitli
nedenlerle seksene yakın maddenin değiştirilmiş olması bu
ihtiyacın sonucudur. Ancak çeşitli iktidar dönemlerindeki değişiklikler meseleyi
halletmediği gibi,
yapılan eklemeler ve çıkarmalarla metnin yazılım ve bütünlüğü büsbütün
bozuldu. Geçen yıl cumhurbaşkanlığı konusunda yaşanan
gerginliğin temel
nedeni, 82 Anayasası’nda bu makama parlamenter sistemle bağdaşmayacak
ölçüde geniş yetkilerin
verilmiş olmasıdır.
Referanduma
sunularak yasalaşan ve seçimin halka yaptırılması, görev süresinin beş yıllar
sınırlandırılması gibi değişiklikler,
meselenin özüyle ilişkisi
bulunmayan, gerekip gerekmediği bile tartışılacak hususlardır.
Anayasa’nın
dikkatle taranarak değiştirilmesi
zarurî olan maddelerini belirleyerek bunlarla ilgili girişim başlatılsaydı
ciddî bir itirazla karşılaşılmazdı.
Üstelik bu tutum toplumun geniş kesimlerinde rasyonel ve gerekli bir adım
olarak değerlendirilir,
takdir toplardı.
Başbakan Erdoğan,
zihniyet ve ideolojik farklılıklarını bir yana bırakarak, kendisine olabildiğince yakın
durmaya çalışan,
böylelikle iktidarın büyük imkânlarından pay kapmak isteyen sol ve Marksist
kökenli liberallerle, ikinci Cumhuriyetçilerin etkisinde kaldı. O çevrelerden
gelen telkinlerle Anayasa’yı kısmen değil, topyekün değiştirmeye
niyetlendi. İlk tasarıyı
hazırlayan komisyon aldıkları talimatla
bu kapsamda bir taslak hazırladı. Ancak Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in de
ifade ettiği gibi, bu
göründüğü kadar
basit ve kolay bir konu değildi. Yoğun tepkiler üzerine ilk metnin
önemli ölçüde değiştirilmesi,
ilk üç maddenin aynen korunması, yeni bir Anayasa iddiasının bir yana
bırakılması toplumda oluşan
tedirginliği ve kuşkuları
giderebilmiş değil.
Zamanlaması,
yöntemi ve üslûbu son derece hatalı olan bu girişim aylardır gündemin ilk sıralarında
yer alıyor; çok daha acil ve öncelikli konulara ayrılması gereken zamanı
gereksiz şekilde işgal ediyor.
Gündem
belirlemekte başarısız
kalan ve sıralamayı doğru
yapamayan hükümet, benzer hatayı başörtüsü konusunda da tekrarladı.
Yöntem ve üslup açısından Anayasa meselesindeki yanlışların
tekrarlanması sonucu ülke gereksiz bir gerginlik ve tehlikeli bir kutuplaşmayla karşı karşıya kaldı.
30 yıldan
beri kanayan bir yara olan, binlerce insanımızı, genç kızımızı inciten,
muzdarip kılan bu konunun makul bir çözüme kavuşması zarureti ortadadır.
Evrensel değerlerin,
insan haklarının ve demokratik açılımların itiraz görmediği, herkesçe
benimsendiği,
toplumsal bir mutabakat haline geldiği bir ülkede reşit olmuş, yasal
sorumluluk taşıyan genç
kızlara inanç ve tercihlerinden dolayı üniversite kapılarını kapatmanın haklı
bir gerekçesi olamaz. Yasaların zorlanması hukukla ilgisii olmayan, çağımıza yakışmayan bir
tahakkümdür. Kaldı ki bu tutumun insani ve vicdani bir yanı yoktur. Özgürlük ve
hukuk bayraktarlığını kimseye
bırakmak istemeyen bazı çevrelerin, sırf kendi zihniyet ve inanç dünyalarıyla
uyuşmadığı için,
Devletin gücünü başlarını
inançlarının gereği kapatan
kızlarımıza kullanmak istemelerinin adı zorlamadır.
Laik ve
Anayasal düzen cebir ve baskıyla, hukuka aykırı zorlamalarla korunamaz.
Mao’nun, Stalin’in, Hitler’in başaramadığını
21.yüzyılda denemeye kalkışmak abesle iştigaldir. Herkes aklını başına almalı,
ülkenin otuz yıldan beri baskı ve zorlamalarla nereden nereye geldiğini,
bunların ne sonuç verdiğini,
toplumda ne tarz algılandığını görmeli, gerçeklerle yüzleşmelidir.
AKP’nin seçimlerde %47 oy alarak sağladığı başarıda teşkilat
becerisinden, programının çekiciliğinden, söylemlerinin inandırıcılığından önce
toplumun geniş
kesimlerinin hukuk dışı baskılara,
zorlamalara, inancına karşı yapılan
saygısızlığa duyduğu tepkilerin
rolünü belirlemeden siyasetteki gelişmeleri anlamlandırmak mümkün olmaz.
Konunun
otuz yıldır kilitlenip kalmasının diğer ucunda inancı, dinî duyguları
siyasi çıkarları için vicdansızca sömürmeye çalışan politikacılar yer alıyor.
İnsanlarımızın
inançları konusundaki hassasiyetlerini siyasî rant olarak kullanırken bunun
topluma maliyetini, sonuçlarını hiçbir
zaman hesaba katmadılar. Mukaddesatı politik malzeme haline getirmenin hem beşerî hem de
ilahî ağır
sorumluluklarının olduğunu, bu
vebalin altında kalıp ezileceklerini, her iki dünyada zelil duruma düşeceklerini
keşke düşünebilselerdi.
Kıyafetleri
dolayısıyla incitilen, acı çeken genç kızlarımız ve aileleri bu durumun
sorumlularını doğru
belirlemek, kendilerini sömürmek isteyenlere fırsat vermemek zorundadırlar.
Kimsenin hamiliğine,
vesayetine ihtiyaçları yoktur. Haklarının bilincinde olmaları, özgüven
duymaları sonucu mesele politikanın yıpratıcı ortamından, politikacıların bencil
ve hırslı pençelerinden çıkacak siyasallaşmadığı ölçüde tabii mecrasında
çözüme ulaşacaktır.
İki yüz
yıllık modernleşme
sürecimizde yaşanan gelişmelerden,
sancılardan, çekişmelerden
günümüze intikal eden pek çok problemimiz var. Hâlâ kültür ve medeniyetimize
dayanarak zihniyet ve düşünce
dünyamızın ortak paydalarını, asgari müştereklerini oluşturmayı başaramıyoruz.
Başörtüsü
sadece belirli bir kıyafet ve şekil konusu değil, toplumsal konumunu
kabulde zorlandığımız,
belirleyemediğimiz inanç
yapımızın önemli figürlerinden birisi. Kültür ve medeniyetiyle barışık olmayan,
Batı dünyasının geçen yüzyılın başlarında terk edip başka düşünce
kulvarlarına yöneldiği
pozitivist anlayışı kutsallaştıran, iman
halinde benimseyen kesimlerin varlığı problemin çözümünü doğal olarak
zorlaştırıyor. Ancak
zor meselelerin kolay çözümlerinin bulunmadığını bilerek, özetle daha ciddî ve
kapsamlı hazırlıklar yaparak, konuşma ve sunuş dilini
temas ortamını, kurumsal ilişkileri daha özenli sağlayarak
hareket edilebilseydi ortam bu derece gerilmezdi. Yöntem ve üslup yanlışlarının
nelere yol açabileceğini gördüğümüzden
birkaç maddenin değiştirilmesiyle
problemin çözülemeyeceğinden endişe ediyoruz.
ÖNCELİKLER DOĞRU BELİRLENMEYİNCE
Şubat 2008 - Yıl 97 - Sayı 246