14.12.2007
Cuma günü toplanacak Avrupa Birliği
Liderler Zirvesi’nde bildiri taslağı
Türkiye – Avrupa Birliği ilişkilerinin
geleceğinin
“ne olacağını” olmasa
bile, “ne olmayacağını”
çok
net şekilde
belirliyor. Bir taraftan Fransa ve Almanya, diğer
taraftan Kıbrıs Rum Kesimi bir kere daha ağırlıklarını
koydular. Sonuçta Türkiye ile “katılım” ve
“üyelik” sözcüklerine metinde
özellikle yer verilmedi. Genişleme
bölümünde “genişlemenin
amacı üyeliktir”
başlığı
çıkarılıyor, toplantılar için “katılım
tarafları” yerine “hükümetler arası
konferans” ifadesi kullanılıyor.
Türkiye’nin
üyeliğini
imkânsız hale getirmek için bu ince ayar “ifade
operasyonu” nuna gerek var mıydı? Üyelik müzakerelerinin başlamasından
bu yana zaten bir seri tedbirler alınmış,
çeşitli
bariyerler yerleştirilmiş,
Türkiye’nin üye yapılmamasını temin edecek geniş
tedbirler düşünülmüştü.
Sarkozy ve Merkel Türkiye ile ilgili konuda öylesine kesin hükümlü ve
kararlılar ki, meseleyi zamana yayarak sürüncemede bırakmak gibi bir politikaya
bile tahammül göstermiyorlar. Nitekim kısa bir süre önce Hıristiyan Demokratların
parti programına aynı doğrultuda bir ifade
yerleştirilmişti.
Böylece Merkel önümüzdeki yıl yapılacak genel seçimlerde Alman seçmenine “Türkiye’yi kesinlikle almıyoruz” mesajını
ileterek toplumsal desteğini güçlendirmeyi
umuyor.
Aslında
bunların hiç biri sürpriz gelişmeler değil.
Almanya ve Fransa başta olmak üzere,
Türkiye’ye karşı Avrupa Birliği
ülkelerinde hem yönetim kademelerinde hem de toplum kesimlerinde güçlü bir
antipatinin varlığı bilinen bir
gerçektir. Birçok Avrupalı politikacının Türkiye’nin Birliğe
kabulünün bir kültür ve medeniyet bütünleşmesi
diye tanımladıkları bu projenin çökmesi anlamına geleceğini,
bunu göze alamayacaklarını, ilişkilerin
özel bir statüde devamının uygun olacağını
belirten ifadelerini çok sık duyarız. Halen müzakere başlıklarından
sekizine konulmuş olan ambargo bu
görüşlerin
fiili uygulamasıdır.
Türkiye
yıllardan beri bu gerçeklerle muhatap olmasına rağmen
bunları yok sayarak ilişkileri normal
seyrindeymiş gibi sürdürmeye çabalıyor. İdeolojik
yapıları, zihniyet ve amaçları bilinen bazı entelektüel kesimlerin siyasi
iktidarı ne pahasına olursa olsun ilişkilerin
devamına teşvik etmesi, medya üzerinden
güçlü bir destek vermesi sonucunda Türkiye’nin daha gerçekçi politikalar izleme
şansı
zayıflıyor. Daha çok iç politikaya ilişkin
nedenlerle, özellikle iktidara meşruiyet
alanı sağlamak
amacıyla durum göz ardı ediliyor.
Avrupa
Birliği
Türkiye’nin bu zaaflarını tespit ettiğinden
taleplerini yıllardır bir biri ardınca sıralayıp geliyor. Bu son bildiride
bile, bir yandan üyeliğimizin reddedildiği
anlamında bir mesaj verilirken, diğer
taraftan azınlık hakları, kültürel çoğulculuk
ve 301.madde konusunda istekler iletmekten geri kalmıyorlar. PKK’ya bir yandan görünüşte
terörist tanımlaması yapılırken, AB parlamentosu çatısı altında bölücü toplantı
düzenlemelerine imkân veriliyor. Silah bıraktığını
açıklayacak bir PKK’nın Türkiye tarafından siyasal muhatap olarak tanınması,
geniş
kapsamlı af çıkarılması, görüş ve
isteklerini en geniş şekilde
sunacakları politik bir alan sağlanması
için bütün girişimleri yapacakları
ortadadır.
Avrupa
Birliği’nin
bu ikiyüzlü politikasının anlamını, gerekçelerini ve hedeflerini görmezlikten
gelmek sadece aymazlık değil, bölücü
hainlerle işbirliği
yapmaktır. Ne yazık ki içimizdeki bilinen çevreler derin bir yüzsüzlük içinde
tutumlarını sürdürüyorlar. Bu zirve toplantısında bir kere daha ortaya çıkan
gerçekler karşısında ne yapacaklarını
merakla bekliyoruz. Avrupa Birliği’nin
bu iflah olmaz ikiyüzlülüğü, üyeliğimizi
imkansız kılan kararlılığı söz konusu
çevrelerce nasıl yorumlanacak? Gerçekleri gizlemek, toplumun düşünme
melekelerini felç etmek, sanal bir ilişki
ortamı sunarak insanlarımızı yanıltmak için bu defa hangi kelime
cambazlıklarına başvurulacak.
Körü
körüne AB yandaşı ve sevdalısı
konumundaki bu kesimlerin medyadaki geniş
imkanları, içinde buluştukları kozmopolit
potanın madde ve makam gücü düşünüldüğünde
seslerinin en yüksek perdeden duyulacağından,
herhangi bir pişmanlık ve hicap
duymadan tutumlarını sebatla sürdüreceklerinden kuşku
yok.
Ancak
bir hususu işaret etmek durumundayız.
Yıllardan beri gerçekleri gizleyerek Türk toplumunu yönlendirmek isteyen, sahte
bir gelecek vaadiyle Türkiye’yi kendi ideolojilerine, zihniyetlerine uyan bir
zemine kaydırmaya, siyasal hedeflerine uygun bir dönüşüme
sürüklemeye çalışanlar, ahlâkî bir
gereği
yerine getirerek, bir kere olsun dürüstçe davranarak milletimizden özür
dileyecekler mi?
Kuşkusuz
bunu yapmayacaklar. Ancak Türk milletine özür borçları ilelebet sürüp
gidecektir.
ÖZÜR BORCU OLANLAR
Ocak 2008 - Yıl 97 - Sayı 245